TÜRK KÜLTÜRÜ İLE BATI KÜLTÜRÜ ARASINDAKİ ETKİLEŞİM
Türk kültür dünyasının Avrupa ile karşılaşması XIX. yüzyılın yarattığı bir durum değildir. Batı ile ilişkilerimiz çok eskiye dayanır. Ticaret hayatı, Batılı seyyahların Doğu’nun büyülü dünyasını tanıma istekleri ile Doğu’ya seyahatler düzenlemeleri ve en sonunda da askerî alanda karşı karşıya gelinmesi gibi pek çok durum, Batı kültür dünyası ile ilişkilerimizin doğmasını ve gelişmesini sağlamıştır.
XVIII. yüzyılın başlarından itibaren Avrupa’da Rönesans ve reform hareketlerinin ardından “Aydınlanma Çağı” bütün hâkimiyetiyle yayılmakta ve gelişmekteydi. Bu yenileşme hareketlerine bağlı olarak Batı, başta bilim ve teknik olmak üzere birçok alanda ilerlemiş; Osmanlı devleti ise bu dönemde, siyasi, askerî, kültürel alanlar başta olmak üzere birçok alanda geri kalmaya başlamıştı. Bu durum, Batı’yla olan ilişkileri de hızlandırmıştır. Avrupa’nın bu değişim ve gelişim atağını yerinde tanımaya başlayan Osmanlı devlet adamları ve aydınları, Batı kültür dünyasına yönelmemizde büyük rol oynamışlardır.
XVIII. yüzyıldan itibaren hız kazanan diplomatik ilişkiler, askerî alanda ve eğitim alanında boy göstermeye başlar. Yüzyılın sonuna doğru ise Batı modeli askerî okulların, o zamanki adıyla “Mühendishane-i Berriye” ile “Mühendishane-i Bahriye” yani kara ve deniz harp okullarının açılması ile bu ilişkiler sosyal alanlara yayılmaya başlamıştır.
XIX. yüzyılın başlarından itibaren bu ilişkiler iyiden iyiye gelişmeye başlar. Batı’yı örnek alma, devletin pek çok kuruluşunda kendini hissettirir. Bunların en ciddi olanı Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve yerine modern bir ordu sisteminin kurulmasıdır. Bunları, yeni oluşturulan devlet daireleri izler. Böylece yenileşme ve değişme, sosyal düzen ve hayat tarzında belirgin bir biçimde varlığını hissettirir.
Yüzyılın en önemli hareketi ise devletin eliyle ve kararıyla ortaya çıkan 1839 tarihli Tanzimat Fermanı’dır. Tanzimat Fermanı’yla birlikte artık devlet, halkının ve insanının insanca yaşamasını müjdelemiş; “Can, mal, ırz, namus, hak ve hukuk” değerleri ile tebaaya eşit ve güvenli bir ortam vadetmiştir. Bu fermanla birlikte, “Tanzimat Dönemi” diyeceğimiz bir süreç başlamıştır. “Tanzimat Dönemi” ile “Tanzimat edebiyatı“nın karıştırılmaması gerekir. “Tanzimat edebiyatı” kavramı, siyasi Tanzimat Dönemi içinde daha sınırlı bir süreyi kapsar (1860 – 1896). Tanzimat edebiyatıyla birlikte Türk kültürü ile Batı kültürü birbirine iyice yaklaşmıştır.
Tanzimat Fermanı’yla; Batı’ya ait değerlerin, sosyal yaşamda ve edebiyatta etkileri iyice hissedilmeye başlanmıştır. Bu değerlerin başında “eğitim” gelmektedir. Nitekim Tanzimat Fermanı’ndan sonra, adlarını andığımız askerî okulların ardından Batı modeli yeni eğitim kurumlarının oluşturulmasına ve açılmasına hız verilmiş; “Mekteb-i Tıbbiye”, “Mekteb-i Hukuk”, “Mekteb-i Mülkiye” gibi okulları eski eğitim sistemi yanında “Sultanilerin açılması izlemiştir. Üstelik bu yeni eğitim kurumlarına yön verecek, plan ve programlarını hazırlayacak, araç ve gereçlerini tespit edecek; hatta okutulacak kitaplarını yazacak veya yazdıracak bir kurum olarak “Meclis-i Maarif-i Umumi” kurulmuş ve bu meclis de bizim ilk akademi örneğimiz olan “Encümen-i Dâniş” adlı bilim kurumunu oluşturmuştur.
Eğitimin bir başka boyutu ise “Batıya öğrenci gönderilmesi“ydi. Aslında bu, Batı ile karşılıklı iletişimin en çarpıcı örneğiydi. XVIII. yüzyılın son çeyreğinden başlayarak yeni yeni açılan Batı modeli eğitim kurumları için gerekli araç ve gereç yanında yetişmiş insan unsuru, yani eğitimciler de oradan getiriliyordu. Bu kez, oraya öğrenci göndermenin hem yararlı, hem kolay, hem de ekonomik olacağı gerçeği anlaşıldı. Nitekim Şinasi’nin de aralarında bulunduğu ilk öğrenci kafilesi yüzyılın ortalarında Fransa’ya gönderildi. Birkaç yüz yıldan beri süregelen bu yeni medeniyet dünyasını tanıma, beraberinde zihniyet değişimini de getirecekti.
Tanzimat’ın oluşturduğu bir başka kurum ise gazete ve dolayısıyla basın dünyasıdır. Türk kültür dünyasının-değiş-me ve gelişme evresinde gazete çok önemli ve etkili bir araç olmuştur. Yüzyıllar boyu halk arasında bilim ve iletişim ağını büyük bir sabrın ve emeğin ürünü olarak “el yazması” geleneği sürdürüp getirmişti. Oysa gazete, geniş okuyucu kitlesine hem hızlı hem de güncel ulaşma özelliği ile insanın eğitimine büyük ölçüde hizmet etmiştir.
Gazete, Takvim-i Vakayi ile ilk örneğini verirken 1840 yılında yayın hayatına geçen Ceride-i Havadis de bir başka model oldu. Gazetenin yanında sanat hayatı da Batı’yı tanımamızda büyük etken oldu. Özellikle tiyatro bu dönemde çok rağbet gördü. Yabancı tiyatro grupları, özellikle İtalyan kumpanyaları İstanbul’u iyi bir kazanç kapısı olarak gördü ve 1940 yılında Doğu’nun büyülü bu zengin kültür merkezinde yeni bir tiyatro binası yaptırdı. Hemen ardından da Hacı Naum‘un yaptırdığı yerli tiyatro binası faaliyete geçti. Kısa sürede tiyatro, İstanbul’un gözde sanat etkinlikleri arasında yerini almış oldu.
Bütün bu kurumların, hareketlerin ve oluşumların Türk edebiyatına kazandırdığı önemli ve yeni bir değer vardı. O da yeni kılıklı ve kimlikli “nesir edebiyatıydı. XVIII. yüzyıldan başlayarak Batı dünyasını tanımaya başlayan Türk insanı, devlet adamı, aydını, artık gördüğü ve düşündüğü değerleri mümkün olduğu kadar açık ve net anlatmayı amaçlıyordu. Aydınlar ve yazarlar, sanatlı anlatım yerine bilgilendirici, eğitici ve öğretici bir üslubu tercih ediyordu. Yeni türler edebiyatımıza giriyor; tiyatroyu, roman ve Batılı anlamdaki hikâye izliyordu. Gazete aracılığıyla makale, fıkra, mektup, eleştiri ve deneme türünün örnekleri veriliyordu.
XIX. Yüzyılın, Türk düşünce ve edebiyat dünyamızda oluşmaya başlayan bu yeni değer yargılarının birdenbire kolayca yerleştiğini söylemek mümkün değildir. Söz gelimi, altı yüz yıllık bir geçmişi olan “divan geleneği” ile halkın özünde yaşamış ve yaşamakta olan bir “halk edebiyatı gerçeği” vardı. Bunların yanında Batı kültür dünyasının siyasi, askerî, sosyal ve edebî değerlerini öyle birdenbire benimsemek, kabul etmek ve uygulamak kolay değildi. Yeri geldi, heyecanla karşılanan bu yeni değerler, zaman geldi mutaassıp bir zihniyetle reddedildi; alaya alındı; hatta cezalandırıldı. Tanzimat ruhu ile yetişen insanlarda, aydınlarda tereddütler, ikili zihniyetler oluştu. Doğu ile Batı ikilemi arasında sıkışıp kalan aydınlar ve sanatçılar oldu. Gönül gözü ile Doğu’ya bağlı olanlar, akılcı bir yaklaşımla Batı’yı irdelemeye ve uygulamaya yöneldiler. Böylece Tanzimat ruhu, bir başkatyönüyle ikili bir aydın tipi ve ruh dünyasına sahip sanatçı kimliği yaratmış oluyordu. Böyle de olsa Tanzimat hareketi, bizim düşünce dünyamıza, siyasi ve sosyal hayatımıza, sanat ve edebiyat çizgimize yeni bir yön ve yol gösteriyordu. Bu yol; “halka yönelme” yoluydu, halkı hakça yaşamaya yöneltme idi, onu eğitme idi. Bu nedenle XIX. yüzyılın ikinci yarısından itibaren edebiyat dünyamız bu ruh ile beslenmeye başladı. Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal üçlüsünün öncülü-ğünde halkçı ve toplumcu bir karakter taşıyan bir edebiyat zihniyeti oluştu.*