SERVETİFÜNUN EDEBİYATI:
Servetifünun edebiyatı bir şaheser vermedi. Vermedi, ne yapalım? Keşke böyle bir başarı gösterebilseydi çünki bu, yalnız Servetifünun edebiyatının değil; bütün milletin bir başarısı olacaktı ve onunla hepimiz her zaman için övünecektik. Ne çare, herkes elinden geleni yapabiliyor. Şaheserler, öyle bir ürün ki pek nazlı yetişiyor. Servetifünun edebiyatından sonra da onu bekledik, bekleyip duruyoruz. Servetifünun yazıları içinde zamanının hayatır canlı canlı gösteren, varlıktan koparılmış bir parça gibi bize zevk veren bir roman da yok. Evet, yok. Servetifünun cular bunu da yapamadılar.
Servetifünun edebiyatına ait bir eseri elimize aldığımız zaman üslup bizi sıkıyor; yapay bir dil, birçok Arapça ve Farsça kelime, birçok tamlama… Bu da doğru. Güya en sade yazan bendim. Şimdi bazı yazılarıma ben gülüyorum.
Ne yapalım? Bizim elimizden bu geliyordu, istediğimiz kadar başarılı olamamamız, kötü yapmamız, yenilerin başarılarına bir engel teşkil etmez ya! Fakat bugün başarılı olanlar, bugün Servetifünun’u okuyamayanlar acaba bizim aramızda yaşasalardı ne yapabileceklerdi ve ne kadar başarılı olacaklardı?
Servetifünun Devrinin siyasi, toplumsal ve manevi hayatındaki darlık, edebiyatı da dar ve çorak bir sahada cılız b rakıyordu. Servetifünun edebiyatı daha canlı, daha derin, daha geniş olamazdı; iki üç kişinin bir araya toplanma: büyük bir felaket oluşturan bir dönemde edebiyat, hangi hayatı görebilir ve size neyi gösterebilir? Servetifünun edebiyatını tarihte pek kıymetli bir belge olarak daima saklayacak nokta, zamanının hayatı hakkında bize en doğru bilgiyi vermesidir. Fakat bu bilgiyi doğrudan doğruya vermiyor, veremiyor; yalnız o zamanki hayatın ne olduğunu, el siklerle, cahiliyeti ile bize bildiriyor. İşte Servetifünun edebiyatı bu noktadan canlıdır. Memleket ne ise edebiyatı da öyle oldu. Bunu o zaman biz de anlamıyor muyduk? Görüyorduk ve içimiz sızlıyordu. Onun içindir ki Tevfik Fikret, Servetifünun eserlerinden bahsederken onları “Alnının hummalı düşünceleri, kalbinin sekteli darabanı (çarpıntı) vaktinden evvel ihtiyarlamış vücudunu, zorla sürüklüyor.” diye “mecruh (yaralı), muzdarip (acılı), sanki bir hastaneden geilir gibi” tasvir ediyor.
Servetifünun yazarları, kullandıkları dili bir kuyumcu itinasıyla işlemekte bir zevk buldular. Söylenecek şeylerin darlığı, bu dar konuların bile serbest söylenememesi ifade araçlarının önemini birinci dereceye çıkarıyordu. Kelimelerin ahengi, Servetifünun edebiyatında önemli bir rol oynadı. “Tiraje”, “talâp”, “tuf gibi birtakım kelimeleri kamuslardan uyandırarak kısa ömürlü cılız bir yavru hâlinde hayata attılar. Ahmet Hikmetin küçük bir defteri vardı. Ahen hoşuna giden Arapça ve Farsça kelimeleri buraya kaydeder, sonra o kelimeleri kullanmak için yazı yazardı! Fikir için kelime aramazdı, kelime için fikir uydururdu.
Servetifünun, sadece elindeki aracın güzelliğini ve sanatlı olmasını sağlamakla uğraşabildi; onunla bize gerçek hayatı anlatamayınca o, havada boşa dönen bir çark hâline geldi ve yapay göründü. Servetifünun dili eskidi fakat günün ve ondan sonrasının hangi dili eskimemiştir ki? On beş sene önce bugünkü gibi mi yazıyorduk? Türkçe geçirmekte olduğu hızlı değişim akıntısı içinde bugünkü yazılarımızı da yarın yine eskimiş bulacağız.
Ne kadar eskimiş olursa olsun, Servetifünun dili; rengi, ahengi, genişliği ve sanata saygısı ile edebiyatımızda kıymetli bir aşama olma özelliğini her zaman koruyacaktır. Sanata saygı… Bu, Servetifünun yazarları için önemli bir özelliktir, İsmail Habip Bey’in pek doğru bir görüşle söylediği gibi Servetifünun edebiyatı, okuyucunun “çok”unu değil, güzelini aradı; amacı “sanat için sanat”tı; tesellisi süslü ve seçkin görünmekti. Sanatın yalnız sanat için olduğunu haykırmak, Servetifünun için sansürün kuşkulanmalarını yatıştırmak bakımından bir zorunluluktu. Fakat o zamanda, samimi bir düşünceydi. O zamandan beri benim bu inancım değişmeden duruyor. Sanatın bir araç olacağını kabul edemiyorum. Sanat, belki ahlaka, topluma etki edebilir; buna bir şey denilemez fakat sanatı, sanat dışındaki şeyler için bir alet olarak kullanmak onun özünü anlamamak olur.
Hüseyin Cahit Yalçın, Fikir Hareketli