PALAS GOLÜ BOZKIRIN TUZ DENİZİ
Sabah erkendi. Dürbünler, kitaplar, kuş gözlemcileri, her şey ve herkes hazırdı. Bizi bekleyen otobüse binip hareket ettik. Sağımızda solumuzda tepeler birbiri ardına, sanki sonu hiç gelmeyecek gibi diziliydi. Birer birer hepsini çıktık ve indik. Ve sonra birini daha tırmandığımızda otobüs yavaşlayıp durdu. Ön camdan bakınca onu gördüm. Palas Gölü, ilerimizde bembeyaz bir örtü gibi uzanıyordu.
Bir tuz gölü olan Palas’ı, Kayseri’de bazıları “Tuzla” veya “Tuz Gölü” adıyla biliyor. Ama birçok kişi bir defa bile gidip görmemiş bu sulak alanı. Oysa gölün tuzu bin yılların ürünü. İnsanoğlunun olumsuz etkilerinden yakın zamana kadar kurtulmayı belki de bu sayede başarmış.
Göl, bir çöküntü ovası olan Palas Ovası’nda uzanıyor. Dış drenaja kapalılığı ve çevresindeki tepeler nedeniyle ova bir kapalı havza özelliğinde. Gölün çevresinde çamurluk alanlar, tuzcul bitki bozkırları, sazlıklar, tatlı su düzlükleri ve kayalıklar var. Bu kadar geniş ve farklı yaşam alanları sayesinde Palas Gölü, 200’den fazla kuş türüne ev sahipliği yapıyor. Ayrıca, Anadolu’nun güneyinde ve iç kesimlerinde endemik bir lale varyasyonu da (Tulipa armena lyrica) gölün etrafındaki tepelerde bulunuyor. Laleye bölgede “ışıl gülü” diyorlar.
Çok sayıda bitki ve hayvan türüne yaşam ortamı sunan Palas Gölü’nün çevresindeki topraklarda hem tarım hem de hayvancılık yapılıyor. Tarım alanlarının verimliliği ve meralar, gölün biyolojik zenginliğiyle bağlantılı. Bu nedenle bölge ekosisteminin devamlılığı, yöre insanı için önemli.
Palas kasabasında hayvancılık ve tarımla geçinen Mecit Toy “Bu gölün çevresindeki çorak ot, hayvanlara çok yarıyor.” diyor bir tepede otururken. Sürüsü, biraz aşağımızda… “Zaten bizim köyün etinin lezzeti de bu ottan oluyor, gölden oluyor.” Birkaç dakika önce bana ve Behiye’ye ikram ettiği ayranı gösterip Palas Gölü’nün ona sağladıklarını anlatıyor: “Bak! Ayran içtiniz. Ayranın da lezzeti bu ottan. Buranın eti, sütü, yoğurdu çok lezzetli olur. Hepsi bu gölün sayesinde…”
Tarım, Palas Ovası’nın büyük bir kısmında yapılıyor. Göl kıyısından tepelerin ardına kadar yayılan tarım alanları, şekerpancarından buğdaya, ayçiçeğinden mısıra kadar birçok ürünün yetişmesine olanak sağlıyor. Ömürlü köyünden Selami Bozkurt, elinde kazması, tarlasında benimle konuşurken “Doğal güzelliğinden başka bir şeysi yok!” diyor Palas Gölü’nü göstererek. Ve devam ediyor: “Eğer kurutup yıkatmış olsalar burayı, bizim Kayseri havalisine yeter buradan gelecek olan buğday.”
Ama onun dediklerinin yanlış olduğunu düşünen biri var. Karahıdır köyünden, artık yaşını iyice almış Ali Asker Beyazıt, Palas Gölü’nün bölge için ne kadar önemli olduğunu kavramış, hissetmiş biri… “Bu göl buradan giderse, bu ova kurur!” diye başlıyor konuşmasına. “Bu göl buraya çiy düşürüyor. Bu gölün çevresindeki köyler kıtlığı bilmez. Yağmur olmazsa kuraklık olmaz burda. Yine bu gölden… Bu gölde su yok mu, Türkiye’de de su yok, kıtlık var. Bu gölde su çok mu, Türkiye’de de su çok, mahsûl de çok.”
Aynen denizlerin çevrelerindeki kara parçalarında ılıman bir iklim yaratmaları gibi Palas Gölü de bulunduğu ovadaki ısı ve nem oranını etkiliyor. Bunun en büyük nedeni, gölün kapalı ve dar bir havzada yer alması. Gölden çıkan nem, tepelerle çevrili havzada kalıyor. Palas kasabasının halkı, gölün su tuttuğu yıllarda yağışın daha iyi olduğunu söylüyor.
Göl çevresindeki verimli mera alanları ve su kaynakları nedeniyle çevre ilçelerde hayvancılıkla uğraşan birçok Yörük ailesi de yaz dönemlerinde bu bölgeyi tercih ediyor. Göl kıyısı ve civar tepeler, ovada hayvancılıkla uğraşanların beş ay boyunca evi oluyor.
Güneşin, tepelerin arkasından görünmesiyle birlikte sürülerini otlatmaya çıkaran çobanlar o yaylaktan bu yaylağa dolaşıyorlar. Bazlamalar, kendi koyunlarının sütünden yaptıkları basma peynirler, göl tuzu serpilmiş domatesler ve kara demliklerindeki çay, çobanların vazgeçilmez öğünleri.
Her çobanın üç köpeği var: Bunlardan biri en önde sürüyü yönlendirirken bir diğeri sürünün arkasında yürüyüp en sonda kalan koyunları bekliyor. Son köpek ise çobanın yanında, uzaktan, olan biteni seyrediyor. Dönüş yolunda çobanların birçoğu boşalan heybelerine dağ çayı, hardal otları dolduruyorlar. Satmak için değil. Çocukları için…
Palas köyünden Fettah Öztürk, bölgedeki en büyük koyun sürülerinden birine sahip. Oturmuş, onunla ve komşusu Ahmet ile konuşurken sadece birkaç gün önce başlarından geçen bir olayı anlattılar. Heyecan ve telaş, hâlâ yüzlerindeydi. Ahmet çoban, bir akşam Fettah’ın sürüsünü otlattığı Höyük Tepesi’nde kendi eşeğini bir su yalağına bağlayıp gitmiş. Ama eşekten habersiz olan Fettah, o geceyi başka bir yerde geçirmeye karar vermiş. Çobanların ve köpeklerin yokluğunu fırsat bilen kurtlar eşeği öldürmüşler. O günden bir hafta önce de Fettah’ın dört koyununu kapmış kurtlar. Ahmet’e olan biteni sorduğumda “Buralarda olur böyle şeyler.” diyor. “Biz de bağlamasaydık… Hayvanlarımızın öcünü almak için ne sürek avı düzenleriz ne de gereksiz yere köpeklerimizi salarız. Eğer sürüye dalarlarsa o anda köpeklerimizi salarız o kadar. Kurtlar, tilkiler doğanın bir parçası ve bizier gibi onlar da yaşamak zorunda…”
Yaylalardaki uzun ve yorucu geçen yaz sonunda koyunlar, kuzular kırpılıp köylere dönüş hazırlıkları yapılıyor. Bu, aynı zamanda sonbaharın kendisini hissettirmeye başladığı dönem… Dönüşün en heyecanlı anı, sürülerin, Palas Gölü’nün sadece birkaç yüz metre kuzeybatısından akan Kızılırmak Nehri’nden geçirilmesi… Yüzlerce koyun, nehrin kenarına gelince önce tereddütle karşılıyor suya girmeyi. Suya yakın olanlar arkadakilerin baskısıyla sıkışıyorlar ve birer birer atlamaya başlıyorlar nehre. Bir anda bütün koyunlar suya giriyor. Vadi, su ve meleme sesleriyle inliyor. Bazı koyunlar akıntıya kapılıyor. Çobanlar birbirlerine bağırmaya başlıyorlar. Akıntıya kapılanları yakalamak için onlar da suya atlıyorlar. Çoğunu yakalayabilseler de birkaç koyun akıntıyla birlikte gözden kayboluyor. Karşı kıyıya varanlar, sudan çıktıklarında öylece duruyorlar, sanki birkaç dakika önce yaşadıklarını düşünür gibi. Vakit kaybetmek istemeyen çobanlar, bazı koyunları römorklara dolduruyorlar. Diğerlerinden ise gene bir sürü yapılıyor ve köpekler yerlerini alınca yürüyüş başlıyor kışı geçirecekleri köylere doğru.
Çobanlara göre, yüzyıllardır yapılan bu geleneğin tek bir amacı var: Yazı geçiren koyunların kırpıldıktan sonra temizlenmesi ve kuzuların sütten kesilmesi. Bölgenin geçim kaynaklarından bir diğeri de gölden çıkarılan tuz… Yenilebilecek kalitedeki tuz, 1934 yılından 1968’e kadar TEKEL tarafından çıkarılmış. Yöre halkının göl tuzunu çıkarmasının yasaklandığı bu dönemde, yine halktan seçilen kolcular, göl etrafında 24 saat nöbet tutarlarmış. Fakat bu yasak, kuşaklar boyu tuzu gölden alan yöre insanına garip gelmiş. Kaçak tuz çıkarmaya çalışanlarla kolcular arasında çok çatışma çıkmış. Sadece bir torba tuz için…
Sultanhanı köyünden Veysel Çakır kaçak tuz çıkarırken kolcular tarafından vurulanlardan. “O zamanlar böyle bakkal, araba ne yoktu. Aşımıza tuz katabilmek için ya Kayseri’ye gidip alacaktık ya da yanımızdaki gölden gece gidip çalacaktık.” diye anlatmaya başlıyor başından geçenleri. “Gölden çıkarılan tuz, bir kavak yüksekliğinde kıyıya yığılırdı. Kolcular gece gündüz tuz lodalarının başında nöbet tutarlardı. Yine bir gün babalarımızdan habersiz, omzumuzda tüfeklerle eşeklerin sırtında göle tuz çıkarmaya gittik. Palas tarafından kıyıya vardığımızda iki kolcu, ılgınların arasında uyuyordu. Usulca yanlarına varıp tüfeklerini aldık. Tuzlan tam heybeye koyarken kolcular sesimize uyanıp çuvallarından çıkardıkları diğer tüfekleriyle bize ateş ettiler. Ben tam arkamdan vuruldum. Beni eşeğin sırtına atıp hemen köye götürdüler. Oradan atlı arabayla önce Bünyan’a, oradan da Kayseri’ye tam üç günde gittik. O yol boyunca
ne çektiğimi bir ben bilirim. Dönünce bir daha tövbe ettim tuz çıkarmaya.” TEKEL’in 1968 yılında bölgedeki tuz işletmelerini kapatmasıyla halk, kendisi için tuz çıkarmaya tekrar başladı. Hiçbir zaman önemini yitirmeyen göl tuzu, bugün de bölgede paylaşılamayan değerler arasında.
Tuz gibi, gölün çamura da çok önemli. İstanbul Üniversitesi’nde bir dönem görev yapmış Prof. Dr. Hirsch Gaspralli yaptığı bir incelemede çamurun romatizma, deri ve bazı kadın hastalıklarına iyi geldiğini belirlemiş. Bölge insanı haziran, temmuz ve ağustos aylarında sürekli göle gidip çamur banyosu yapıyor. Deniz kıyısında oynayan çocuklar nasıl kumdan kaleler yaparsa Palas Gölü çevresinde yaşayan çocuklar da çamurdan kaleler yapıyor, hayal güçlerini yansıtan.
Ancak kuşlar, bu bölgeyi insanlardan önce biliyor ve kullanıyordu. Çünkü Kayseri’deki sulak alanlar kuşların Afrika, Asya ve Avrupa kıtalarını birbirine bağlayan göç yollarında önemli yere sahip… Palas Gölü de Sultansazlığı ve Hürmetçi Sazlığı gibi bu alanlardan biri…
Bazı kuş türleri için uzun ve yorucu göçte dinlenebilecekleri Palas Gölü, birçok tür için de üreme alanı… Ancak geçmişle günümüz arasında bir fark var. Yaklaşık on yıl öncesine kadar gökyüzünü kaplayan kuşlar artık birkaç leke gibi duruyor. Toy, angıt ve akça cılıbıt, bölgenin önemli kuş türlerinden… “Tarlamıza inerken bacaklarımıza dolanırdı ekinlerin arasından çıkan keklik yavruları.” diyor Ali Asker Beyazıt. “Uzaktan göl kıyısına baktığımız zaman birbirimize sorardık, kıyıda görünen koyun sürüsünün kime ait olduğunu; ta ki kıyıya yaklaşınca onların toy olduğunu anlayana kadar.”
Bugün yalnızca birkaç tane toy görülebiliyor bölgede. Yaptığı kur dansları, yerden havalanırken çıkardıkları kanat sesleri ve ötüşleriyle toy, insanların anılarında, hikâyelerinde kalmış artık. “Toy vurmak, avcılığın en yüksek mertebelerinden biridir.” diyor bölgedeki avcılardan biri. Bu sözle artık toyu neden sık göremediğimi daha da iyi anlıyorum.
Gölün güneydoğusundaki Yertaş Pınarı’ndan çıkan suların 1980’li yıllarda önünün kapatılmasıyla bölgede yaklaşık bir kilometrekare genişliğinde tatlı su sazlığı meydana geldi. Palas Gölü kıyısındaki yerleşimlerden Tuzhisar Belediyesi tarafından bölgedeki sığır sürülerinin su ihtiyacını karşılamak için oluşturulan setler, zamanla bölgenin en önemli ekosistemlerinden birini oluşturdu. Siyah tüyleri, uzun eğik gagalarıyla çeltikçiler, bu yeni sazlıklarda üreyen ve barınan önemli kuş türleri arasında… Sazlıklar aynı zamanda angıtların, sunaların ve yeşilbaşların yavrularını büyüttüğü, ilk uçuşlarını yaptıkları yer…
Sazlıklarda yuvalanan sukuşlarından farklı olarak angıtlar yuvalarını yüksek tepelere de yapıyor. Oyuklar, kaya yığınlarındaki boşluklar, düz zeminlerdeki çukurlar hatta terk edilmiş tilki yuvaları bile angıtların yuvası olabiliyor. Yumurtadan çıkan angıt civcivleri, belli bir büyüme döneminin ardından kimi zaman çok yakın, kimi zamansa çok uzak sulak alanlara doğru anne ve babalarıyla birlikte hareket ediyorlar. Hayatlarındaki ilk macera da böyle başlıyor. Büyüyecekleri sulak alanlara bir günden birkaç haftaya kadar süren yürüyüşlerle ulaşıyorlar. Civcivler ortalama 55 gün sonra uçmayı öğreniyor ve yalnız yaşayabilecekleri duruma geliyor.
Ancak her şey böyle gitmiyor çoğu zaman. Eşi kuluçkada yatarken gölde beslenen diğer birey, bazen kaçak avcılar tarafından vuruluyor. Kalan birey, yumurtalar veya civcivlerle ilgilenmek zorunda. Kimileriyse daha göle ulaşamadan hayatlarını kaybediyor. Peşlerine taktıkları yavrularıyla bazen araba, bazen de tren yollarını geçmek zorunda kalıyorlar. Bu yollardan geçen araçlarsa, tüm çabaları göle ulaşmak olan angıtların çoğu zaman ölüm nedeni oluyor. Bunlarla da bitmiyor yaşamla mücadeleleri. Göle, sazlıklara inmeyi başarabilenler, çocukların veya çobanların kurbanı oluyor. Angıt yavruları, Palas Gölü’ndeki sazların arasına veya suyun içine saklanmış toplayıcıların hışmına uğruyor. Yertaş Pınarı’nda çobanlık yapan Ramazan Karakaya bu toplayıcılardan biri. “Bugüne kadar hiçbir canlının canını incitmemişimdir, kıymamışımdır hiçbir canlıya. Avcılığı hiç sevmem. Yapanlara da karşı çıkarım.” diyor, bir gün önce yakaladığı angıt civcivlerine bakarken. Civcivleri ne yapacağını soruyoruz. “Onları Sivas’a götürüp komşulara hediye edeceğim.” diyor.
Verim her geçen yıl daha da azalıyor Palas’ın etrafındaki tarlalarda. Ömürlü köyünden Özer Temel, “ilaçlama ve gübre, tarlaların değerini bozdu. Arının nesli tükenmek üzere.” diye anlatıyor durumu. Temel’in 2003 yılında 50 kovanı ilaçlama yüzünden bozulmuş.
Tarlalarda yapılan aşırı ilaçlama; yağmur sularıyla hayvanların otlatıldığı meraları, oradan da Palas Gölü’nü etkiliyor. İlaçlar hem hayvanların yediği ota hem de Palas Gölü’nün tuzuna karışıyor. Artık insanların yediği ette, tuzda bile tarım ilaçları var. Mecit Toy’a civar köylerde görülen hastalıkları sorduğumuzda “Gerçi bütün dünyada kanser hastalığı var. Ama bizim köyde biraz daha fazla.” diye cevap veriyor.
Son iki yıldır Palas Gölü, yıllık yağışın azalmasına ve göl çevresinde kaçak açılan kuyuların artmasına bağlı olarak yaz mevsiminde iki ay tamamen kuruyor. Buna rağmen gölün su kaynakları üzerine halen soda ve tuz işletmeleri yapılması planları var. Bu işletmeler su kaynaklarındaki suyu keserek göldeki kurumayı daha da kötüye götürecek. Bu, geçmişte kurutulmaktan vazgeçilen Palas Gölü’nün sonunu getirebilir.
Hızla gelişen sanayi ve şehirleşme, yanlış uygulanan tarım yöntemleri ve sulama politikalarına ek olan yasadışı avcılık, ekosistemlerin hızlı değişimine yol açıyor. Gün geçtikçe yok olan ve kirlenen dünyada, sulak alanlar ve oluşturdukları ekosistemler, önemli bir yer oluşturuyor. Her geçen yıl Anadolu’da biri daha kaybedilen sulak alanların yanında Palas Gölü’nün önemi artıyor.