Aşağıdaki mektup, Franz Kafka tarafından sevgilisi Milena Jesenska’ya yazılmıştır.
Prag, 18 Eylül 1920
Neler oldu ya da neler oluyor, doğru dürüst anlayamıyorsun Milena; ben kendim de anlayamıyorum. Sanki içimde patlamak üzere olan bir şey var, titreyip duruyorum. Kahroluyor, yiyip bitiriyorum kendimi, aklımı kaçıracağım. Ama neler oluyor, yarın neler olacak, bildiğim yok. Yanı başımda ne var onu biliyorum ancak. Sessizlik, karanlık, bir köşeye sinmek… Tek bildiğim bunlar işte, bunları da sineye çekmem gerekiyor, başka türlüsü elimde değil.
İçimde lav gibi bir şey var, püskürüp çıkacak dışarı, bir bölümüyle çıktı bile. Ama ona yol açan güçlerin hâlâ içimde sarsıntısını duyuyorum; daha öncesinde başladı, daha sonrasında da sürüyor sarsıntı. Tüm yaşamım, tüm varlığım yer altından sesini duyuran bu tehlikeye bağlı; o olmadı mı, ben de olmam, ben yaşamı böyle paylaşıyorum işte, tehlike ortadan kalktı mı, bana da “Senin olsun!” demek düşer yaşama, gözlerimi yumar gibi öylesine kolaycacık, öylesine doğallıkla “Senin olsun!” demek. Seninle tanıştık tanışalı hep benimle değil miydi bu tehlike, öyle olmasaydı başını çevirip göz ucuyla olsun yüzüme hiç dönüp bakar miydin?
Elbette şimdi temeldeki durumu göz ardı edip “Eh geçti artık, bu yeni durumda sessizliğe kavuştun, mutlusun, için şükranla doludur.” denemez. Âdeta gerçek olmasına karşın söylenemez böyle bir şey, söylenemez… Çünkü seni hep korkutacağım, en çok da kendimi.
Nişanlanmalarıma ve benzeri konulara değiniyorsun. Kuşkusuz pek sıradan şeylerdi bunlar; verdikleri acı değil, ama sonuçları öyleydi. Sanki rezilce bir hayat yaşamışsın da bu davranışından dolayı birden /akana yapışılıp cezalandırılıyorsun, başın bir mengene içine alınıyor, sağ şakağında mengenenin bir yanı, sol şakağında bir yanı… Derken ağır ağır sıkıştırılıyor mengene, bu arada sen konuşuyor,
“Evet, yaşamımı ileride de rezilce sürdüreceğim!” diyorsun ya da diyorsun ki: “Tövbe, eskisi gibi rezilce yaşamayacağım artık!” Doğal olarak “tövbe” sözcüğünü öylesine gür bir sesle haykırıyorsun ki adeta parçalanacak gibi oluyor ciğerlerin.
Şimdi yaptıklarımı eskiden yaptıklarımla aynı kefeye koymakta da yine haklısın. Hep aynı kişi olmaktan, hep aynı şeyleri yaşamaktan kendimi alıkoymak elimde mi? Eski ben ile şimdiki arasında bir fark varsa, şimdi toy sayılmam artık, şimdi görmüş geçirmiş biriyim, bağırmak için başımı mengeneye sıkıştırıp beni itirafa zorlamalarını beklemem, mengeneyi daha ortaya çıkardıklarını görür görmez, hatta uzakta bir şeyin kımıldadığım algılar algılamaz, başlarım bağırmaya. Aşırı derecede uyanık biri oldum artık. Aşırı derecede uyanık biri mi? Ne gezer! Yeteri kadar uyanık biri olmaktan bile henüz dağlar kadar uzağım. Kendimi ve seni düşünerek başka kimse karşısında elimden gelmeyecek bir şeyi yapıp sana gerçeği söyleyebiliyor, sonra da bu gerçeği, kendi gerçeğimi doğruca yine senden öğrenebiliyorum.
Ama beni bırakmaman için sana ne çok yakardığımdan acı bir dille söz etmekte de haksız değilsin, Vlilena. Bir vakit böyle davrandığım zaman da bugünkünden değişik biri değildim. Senin bakışın beni yaşatıyordu -bu da aşırı yüceltmesin seni; bu bakış ne senin, ne benim için iyi bir şeydi- gerçeğe, o kaçınıl-naz gerçeğe ilişkin bir tek sözcük yetiyor, bulunduğum yerden beni çekip biraz daha aşağı alıyordu. Sona yeniden bir sözcük, yine biraz daha aşağı; sonunda tutunulacak hiçbir şey kalmıyor, insan doğru uçurumu boyluyordu. Ama hâlâ bu düşüşün yeterince hızlı gerçekleşmediği duygusu yaşıyordu benim içimde.
N’olursun Milena, sana yazabilmem için bir başka yol bul! Gönderilecek yalancı kartlarla bunu yapmaya çalışmak aptalca bir şey: Sana, ne gibi kitapları yollayacağımı da her zaman bilemem; sonra, senin postaneye gidip de elin boş döndüğünü tasarlamak bile benim için katlanılmaz bir şey. Yalvarırım, Milena, bir başka yol bul, yazabileyim sana.