Darül Muallimat (Kız Öğretmen Okulu) Muallimliğim
Darülmuallimat’ta belirlenmiş ders saatlerim vardı. Bu saatleri hiç aksatmayarak doldururdum. Aynı zamanda Darülmuallimin ve Darülfünun’da da ders veriyordum. Haftada hemen hemen otuz saat ders veriyordum. Derslerimi yetiştirmek için olağanüstü olanaklara başvuruyordum: Darülmuallimat’ın kapısı önünde bir fayton bekler, dersten çıkar çıkmaz olanca hızıyla beni köprüye, vapura yetiştirirdi. İşte bu ağır şartlar içinde resmi saatlerim dışında haftanın belli akşamlarında, yine ders vermek için Darülmuallimat’a koşuyordum. Çünkü öğrenci, derslerini aldıkça daha çok almak istiyordu. Bu işleri büyük bir zevk ve mutluluk içinde yapıyordum.
Bir hoca ne ile övünebilir? Derslerinin iyiliği, sınav notlarının dolgunluğu, çok öğrenci yetiştirmek ile mi? Hangisiyle övünse yeridir. Fakat biri var ki hiçbirine benzemez: Öğrencisinin hayattaki başarısı. O devirde Darülmuallimat’tan çıkan kızlar hayatta hep başarılı oldular. İçlerinde Avrupa’ya eğitime gidenler, büyük memuriyetlere geçenler de vardır. Dersim gereği onları hayat felsefeleri üzerinde en çok işleyen bendim, bu başarılarından kendime de bir pay çıkarmam doğaldır.
Gazi Terbiye Enstitüsünde Müdür Vekilliğim
1929 yılı, Eğitim Bakanı Cemal Hüsnü Bey’den bir mektup aldım. Beni Ankara’ya çağırıyordu. Artık diyordum, bu sefer başarılı olacağım. Ne için olduğunu bilmeyerek Ankara’ya gittim. Bakan, Gazi Terbiye Enstitüsü Müdürlüğü’nü önerdi. Darülfünun’daki müderrisliğimin süreceğini de belirtti. Düşüneceğimi söyledim ve birkaç gün sonra cevabımı verdim. Bu görevi birkaç şarta bağlı olarak kabul edebileceğimi söyledim. Şartlarım şunlardı: Gazi Terbiye Enstitüsü’nün teşkilatını uygun bulmuyorum. Bu kurum için bir iyileştirme tasarısı hazırlayacağım. Bakanlık bu tasarının esasını uygun gördüğü takdirde, müdürlük görevini asaleten kabul edeceğim. Fakat o zamana kadar ancak vekâleten çalışabileceğim. Cemal Hüsnü Bey bu şartları uygun buldu. Ben de görevi vekâleten kabul ettim.
Tasarıyı bir ay içinde hazırladım. Düşüncelerim şunlardı: Enstitüyü dört kat olarak düşünüyorum. En alt katta “Doğa Evi” var. İkinci katta “Uygarlık Evi“, üçüncü katta “Fikir Evi“, dördüncü katta “İlim Evi” bulunuyor. İlim Evi dört daireye bölünüyor:
1) Toplumbilim Dairesi, 2) Matematik Dairesi, 3) Doğa Dairesi, 4) Eğitbilim Dairesi. Bu mektepler “okutma ve öğretme” yerleri değil, yaşatma ve olgunlaştırma la”boratuvarlarıdır.
Yeni Adam Doğuyor
Çamlıca’daki evimin yazı odasına çekildim. Tam altı ay bir münzevi, bir târiki dünya gibi yaşadım. Öğrencilerim beni unuttular! Dostlarım yan çizdiler. Ne kimse beni görüyor ne de ben kimseyi arıyordum. Yalnız bir kişi, bir erdem sahibi, büyük duygu ve gönül adamı beni hiç yalnız bırakmadı. Benim kendisini savsamama karşın o beni hiç yalnız bırakmadı. Bu kimse, komşum ve yakın dostum Servet Yesarioğlu’dur. O, eşsiz bir Sokrat’tır. içi, yaratıcı evrenin atılımları ve alçalan insanlara karşı acı ile doludur. Geldi gitti, her seferinde bana kuvvet ve ümit verdi. Servet Yesarioğlu’nun anıtsallaşan jestlerini, hiç unutamam.
Ne yapacaktım? Pedagogmuşum, yazarmışım, hatipmişim; iyi ama insanım da, ölümlüyüm de: Yiyeceğim, içeceğim de… Eğitim çağında çocuklarım var. Bunları büyüteceğim. Evimde benim kanımdan gelmeyen, fakat yetişmesini üzerime aldığım yetimler, kimsesizler de var. Bunlar yiyecek, içecek, giyecek istemezler mi? Ne yapacağım? Beyazıt Meydanı’nda ders veremem, camide vaaz edemem ya! Para yok, pul yok, dış hayat deneyimi yok. Şimdi ben ne iş görebilirim? Ticaret yapamam, param yok; param da olsa deneyimim yok. Bildiğim şeylerin hiçbiri bana para kazandıramaz: Pedagoji, sosyoloji, estetik… Bunlar insanı yaşatmaz. Acaba gündelik gazete yazarı olabilir miyim? Belki… Fakat bunun için de gidip patronlara yalvarmak gerek. Onu da ben yapamam. Kala kala haftalık bir gazete çıkarmaya kaldık. Gazi Enstitüsü müdür vekili iken Nurullah Ataç ile Ahmet Hamdi Tanpınar beni durmayıp yüreklendirirlerdi: “Bir dergi çıkarsanız da biz de yardım etsek.” Nurullah Ataç da aynı şeyi söylerdi: “Çıkarın, çıkarın; siz bir dergi çıkarın. Hep yardım ederiz.” Bu sözlerini unutmamıştım. Böyle candan arkadaş olduktan sonra… Hem neleri eksik? Kültürleri mi, yazın zevkleri mi, bilgileri mi?
Darülfünun’dan çıkarıldıktan sonra idi. Haftalık gazetemin adını verdim: Yeni Adam. Ahmet Hamdi Tanpınar ile evde oturup bir plan yaptık. Hatta Tanpınar, bazılarına imzasıyla mektup yazıp makale bile istedi. Saflık bu, sanki onlar da hazır, bekliyorlar; yaz deyince hemen yazıp gönderecekler!
Ankara Caddesi’nde ilk idarehaneyi tuttum. Önce gazeteci arkadaşlar bu haberi çok iyi karşıladılar; okuyucularına bildirdiler, ilgi ve meraklarını hazırladılar. Her zaman olduğu gibi Peyami Safa, bu çok değerli ve düşünür yazarımız, güzel bir fıkra yazdı: “Ismayıl Hakkı’nın çıkaracağı gazetenin etrafına toplanacağız, onun başarılı olması kaçınılmazdır.” dedi.
Yeni Adam’ı 3000 tane bastık. Hiç unutmam. İzmir’e 200 tane gönderecektik. Bayi Remzi Bey: “Böyle bir gazeteden İzmir’e 200 tane gider mi hiç; 1000 tane gönderelim.” dedi ve o kadar gönderdi, ilk sayıdan 1500 kadar satıldı. Sonradan öğreniyorum. Bayiler ilk sayıyı görünce almak bile istememişler: “Hani bunun kapağı?” demişler!
Yeni Adam düştükçe düştü, istanbul satışı 300’e kadar inmişti. Durum çok kötü idi. Fakat biraz abone geliyordu, ilk aylardan sonra kapanmak tehlikesi baş gösteriyordu. Günün birinde, yalnız Takfor Efendi’nin matbaasına 180 lira ödemem gerekiyordu. Kasa bomboştu. Ortalıkta ölüm havası esiyordu. Tak-for’un yanına gittim. Durumu anlatmak istedim. Bu çok ince ve duygulu insan, iyi vatandaş, telaşla döndü; ağlayan gözlerini bana çevirdi: “Beyim! Kapayacak mısın ‘Yeni Adam‘ı?” dedi. Duraksamadan şu cevabı verdim: “Sen söyle, daha dayanabilir misin?” Takfor’un yüzü korkunç bir hâl aldı, beni paylar gibi şu sözleri söyledi: “Yeni Adam senin olduğu kadar bizimdir de. Onu kendi elimle kapayamam. Ben daha çok dayanırım. Sen beni düşünme hiç! Yalnız başdizgiciyi sana göndereyim, onunla konuş! O da insandır; yalnız ekmek parası ver, o da dayanır sanırım.” Başdizgicimiz Kopernik Efendi, idarehaneye geldi. Durumumuzu olduğu gibi anlattım. Cevap verdi: “Ben de insanım, hem sizin kim olduğunuzu biliyorum. Sizinle çalışmak benim için onurdur. Bana haftada iki-üç lira verin, idare ederim; işler düzelinceye kadar bana haftada iki-üç lira veriniz, yeter!” Cebimdeki üç lirayı verdim. Başdizgici aldı gitti. Bir süre sonra yine geldi ve sordu: “Siz bana iki lira mı verdiniz; yoksa üç lira mı?” Kopernik’e verdiğim liralardan biri ortasından ayrılmış, verdiğim iki lirayı dalgınlıkla üç olarak saymışım. Ne yaptığımı artık bilmiyordum.
Nurullah Ataç ilk zamanlar yardımda bulundu, işi benimsemiş gibiydi. Fakat biliyorum, günün birinde bıkacak, beni yalnız bırakacaktı. Dediğim gibi oldu. Günün birinde idarehanede ben harıl harıl çalışırken Beberuhi taklidi yapıyor, çok gürültü ediyordu. Ev sahibi Refet Bey yanımızdaki dairede oturur; en ufak bir çıt olsa kapıyı açar: “Merak ettim, ne oluyor efendim?” diye içeri bakardı. Ben de çok bunalmış bir durumdaydım. Nurullah’ın bu çılgın neşesi bana dokunmuştu: “Nurullah! Ben Yeni Adam idarehanesini Beberuhi oynatmak için değil, ekmek parası kazanmak için açtım; bilmiş ol!” dedim. Nurullah Ataç’ın gözleri döndü, ayağa kalktı: “Vay! Beni kovuyorsunuz demek! Öyleyse ben de gidiyorum!” dedi. “Allah’a ısmarladık!” demeyi de unutmadı, çıktı gitti. Gidiş o gidiş! O tarihten sonra Nurullah’la çok görüştüm fakat hiçbir zaman eskisi gibi birbirimize yakın olmadık.
Zaman oldu ki yapayalnız kaldım; yazı, düzelti, resim bulmak, kapak yapmak, sayfa bağlamak işlerini tek başıma yaptığım çok olmuştu. Fakat bir yardımcım vardı ki birçok şeye bedeldi. O da baş dizgicim Kopernik Efendi’dir. Kopernik hem dizgici, hem başdizgici, hem de yönetim memuru görevi görüyordu. En güç zamanlarımda yardımıma koşuyordu.
Mali durumum günden güne bozuluyordu. Bir zaman geldi, ayağıma giydiğim ayakkabıların altına pençe vurdurmak için 75 kuruş biriktiremez oldum. Ayakkabılarım | su alıyordu. Her gün, içine mukavva koyup gezebiliyordum. Aç kaldığımız günler de olmuştu.
(Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Hayatım, hzl. Ali Y. Baltacıoğlu)