Edebiyat ve Sanat ile İlgili Görüşler

1. Sanat, duyularla algılanabilenleri ‘(fenomenleri, görüngüleri) yansıtır: Bu tespit, büyük ölçüde Sokrates (MÖ 470-339) ve Platon’un (MÖ 427-347) görüşlerine dayanır, İslâm düşüncesiyle, özellikle de tasavvuf anlayışıyla birçok açıdan paralellik gösteren görüşler ileri süren bu düşünürler; insandan bağımsız, mükemmel bir gerçekliğin var olduğunu iddia etmiş, gerçekliğin bu kesin ve değişmez bilgisine ulaşmaya çalışmışlardır.
Sokrates’in öğrencisi olan Platon (Eflatun), “Devlet” isimli eserinde Sokrates‘le Glukon arasında geçen birçok diyaloga yer vermiştir. Bu diyalogların birinde Sokrates, ressamın yaptığı işi anlatmak isterken Glukon’a şunları söyler: “İstersen bir ayna al eline, dört bir yana tut. Bir anda yaptın güneşi, yıldızları, dünyayı, kendini, evin bütün eşyasını, bitkileri bütün canlıları.” Sokrates, bu ifadelerle ressamın resim yaparak aslında dünyaya ayna tuttuğunu, bir bakıma doğayı taklit ettiğini anlatmak istemiştir. Sokrates’in görüşlerinden ve düşünce sisteminden büyük ölçüde etkilenen Platon’a göre aynadaki görüntü, nasıl ki gerçeğin kendisi değil, biryansımasıysa, sanat eseri de gerçekliğin kendisi değil, gerçekliğin duyularla algılanabilen biçiminin yansımasıdır. Gerçek olmadığı hâlde gerçekmiş izlenimi veren, insanı mutlak gerçeklik hakkında kuşkuya düşüren, insanların gerçek olmayan şeyler hakkında “Gerçek, budur.” demesine neden olan her şey bir aldatmacadır. Sanat eseri, temelde bu işlevi gördüğüne göre sanat da insanları mutlak gerçeklikten, hayatın asıl gerçekliğinden, yaşamanın gerçek amacından uzaklaştıran, zararlı bir uğraş alanıdır. Platon, edebiyatın ancak bilgi vermesi ve ahlâk yönünden sansüre tabi tutulması koşuluyla yararlı hâle getirilebileceğini düşünür.

2. Sanat, geneli ya da özü yansıtır: Platon’un öğrencisi olan Aristotales (MÖ 384-322), Platon’dan farklı olarak edebiyata ve sanata daha olumlu bir bakış açısıyla yaklaşmıştır. Ona göre edebiyatçı, gerçek hayatı olduğu gibi anlatmaz. Bunu yapmak tarihçinin işidir. Edebiyatçı, bir tek kişinin yaşamını anlatır gibi görünse de aslında insanoğlunun yaşamını, yani yaşamın kendisini anlatır. Edebiyatçı, olayları anlatırken bunlardan kendine göre bir seçme yapar, ayrıntıları atar, olayın özünü vermeye çalışır.

Aristotales’e göre tragedya yazarı, yaşanması mümkün olan olayları sahneye taşıyarak insanları hayatın özü hakkında bilgilendirir. Aynı zamanda onda acıma ve korku duygularını uyandırarak onun psikolojik bakımdan etkilenmesini ve yücelmesini sağlar.

Eski Yunan ve Roma medeniyetlerinden büyük ölçüde etkilenen Rönesans sanatçıları ve klasisizm akımının temsilcileri, edebiyatçının, yazdığı eserlerle insanları hem eğlendirmesi hem de ideal insan ve ideal toplum konusunda bilgilendirmesi ve bilinçlendirmesi gerektiği görüşünü ileri sürmüşlerdir. Yani edebiyatın ve sanatın yüce bir amacı vardır: Toplumda kötülerin kazanamayacağına dair kesin bir kanı uyandırarak erdemli ve ahlâklı insanların çoğalmasını sağlamak. Bunun için de edebiyatçı; olayları, durumları, insanları, gerçek hayatla bire bir örtüşecek şekilde değil, ideal olanla örtüşecek şekilde anlatmalıdır. Gerçek hayatta iyiler hep kazanmasa bile edebiyat eserinde hep iyiler kazanmalı; kötüler, hüsrana uğramalıdır. İnsanlar, kötülerin karşılaşabilecekleri felaketleri görerek bundan ibret almalı, iyi ve erdemli kişiler olmaya çalışmalıdır.

3. Sanat, gerçekleri yansıtır: Modern Dönemde ortaya çıkan gerçekçilik (realizm), toplumcu gerçekçilik ve natüralizm akımları; büyük ölçüde “Sanat, gerçekleri yansıtır.” ilkesinden hareket etmiştir. Bu akımların bazı ilkeleriyle ilgili olarak şunları söyleyebiliriz:


a. Edebiyatçı, içinde bulunduğu toplumu, o toplumda yaşayan insanları, o toplumda yaşanan ya da yaşanabilecek olayları gözlemlemen ve eserinde bunları anlatmalıdır. Edebî eserin bu işlevi Stendhal‘in “Roman, yol boyunca gezdirilen bir aynadır.” cümlesiyle özetlenebilir.

b. Gerçekler, bütün yönleriyle yansıtılmalıdır. Gerçeğin bir kısmını anlatıp bir kısmını anlatmamak gerçekçilikle bağdaşmaz. Hayatın ve toplumun gerçekleri ne ise edebiyata o şekilde yansımalıdır. Çirkinlikler, kötü olay ve kişiler, birer toplumsal gerçeklik olduğuna göre edebî eserlerde bunlara da yer verilmelidir.

c. Fizik olayları nasıl determinizmden hareket edilerek açıklanıyorsa insanların davranış ve ilişkileri de determinizmden hareket edilerek açıklanmalı, anlaşılmalı ve anlatılmalıdır, insanların gerçekleştirdikleri hiçbir eylem, yaşadıkları hiçbir olay; rastlantılarla ve doğaüstü güçlerle açıklanamaz. Bunların mutlaka tarihsel, psikolojik, ekonomik ve sosyal nedenleri vardır. Bu durum, “gerçeklik” olgusunu hem çıplak hem de karmaşık bir bütünlük olarak karşımıza çıkarmaktadır. Çıplaktır; çünkü görülmeyen, bilinmeyen hiçbir yanı yoktur. Karmaşıktır; çünkü bu bütünlük çok çeşitli nedenlerin ve etkilerin bir sentezi ve bileşkesi durumundadır. Edebiyatçı gerçekleri anlatırken gerçeklerin arka planındaki bu nedenleri de anlatmalıdır. Bunun için gerektiğinde deney yoluyla bilimsel bilgi üreten bir bilim adamının tarafsızlığıyla hareket etmeli, gerçekleri tüm çıplaklığı ve karmaşık bütünlüğü ile eserlerine yansıtmalıdır.