SABAHATTİN ALİ’NİN “ASFALT YOL” HÎKAYESİ ÜSTÜNE
“Asfalt Yol” hikâyesinin ilk göze çarpan özelliklerinden biri, ana hikâyenin, kendisiyle zorunlu bir ilişkisi bulunmayan, ama birçok bakımdan ona bağlı olan bir çerçevenin içine yerleştirilmiş olmasıdır: Bu çerçevede öğretmenin köye gelişi ve köyden gidişi anlatılmaktadır. Hikâyeye girişte kullandığı bu araç, yazarın işine yarıyor. Çünkü böylelikle köy yolunun bozukluğunu önceden belirtip asıl temaya hazırlık yaparak rahat bir başlangıç yolu buluyor. Başlangıç bölümü, betimlemelerle dolu; ama bunlar basmakalıp ve gereksiz değil.
ilk iki paragrafta anlatılanlar, doğrudan doğruya köy yoluyla ilgili… Öğretmenin yorgunluğu üzerinde durmakla, yazar, yolun bozukluğunu vurguluyor. Bundan sonraki paragraflarda ise öğretmenin köye girişi anlatılıyor. Yazar, burada, köyü öğretmenin duyuları yoluyla ortaya koymak yoluna gidiyor. İlk önce köy uzakta görülüyor:”… kül rengi bir kerpiç yığını idi. Bir kenarda ince ince yükselen yine kül rengi birkaç kavak, orada, ufacık da olsa, bir su bulunduğunu anlatıyordu.” Yazar, bu ifadelerle yoksul Anadolu köyü prototipinin, okurun zihninde bir görüntü olarak belirginlik kazanmasını sağlıyor.
Yazar, kelime kullanmakta tutumluluk gösteriyor; “kül rengi”, “kerpiç”, “yığın” gibi nesnel ve betimsel kelimeler, köyün sefaletini duyguculuk gösterilerine kaçmaksızın veriyor. Burada ağaçlar da var su da var. Ama ağaçlar da köy gibi “kül rengi”, “cılız”; su, “ufacık”. Öte yandan Sabahattin Ali ağaçları “ince ince” sözüyle betimlerken hem bir gelişmemişliği, hem de estetik bir niteliği belirtiyor.
Öğretmen köye akşam saatinde varmıştır. Yazar bunu anlatırken bir başka iyi düzenlenmiş betimleme kullanıyor: “Kırmızı birdeniz gibi parlayıp kımıldayan bu bir karış boyundaki kuru bozkir otlarının üzerinde upuzun gölgem yatıyor ve gölgemin başı, ileride, aralarından yer yer çekirgeler fırlayan bu otların arasında kayboluyordu.” Betimlemenin içine sıkıştırılan “kuru otlar” imgesi yukarıda değinilen gelişmemişlik temasını desteklemektedir. Bundan sonra gelen paragraflarda koku duyusu öne geçiyor: Önce yanan tezek, sonra da gübre kokuları duyuluyor. İkisinin arasında, ineklerin böğürtüsüyle belirtilen işitme duyusu var. Gübre ve tezek kokuları, ikinci paragrafta anlatılan bir başka kokuyla karşıtlık durumunda: “içi tozla karışık ter kokan kamyon…” Birine endüstri dünyasının, öbürüne de tarım dünyasının kokuları diyebiliriz. Ancak, yazar bunların arasında bir bağ kuruyor ve bu bağ da “ter kokusu”yla sağlanıyor: “Gitgide daha kuvvetlenen keskin bir gübre kokusu beni daha çok buraya yaklaştırdı. Köy, yaşayan, çalışan bir mahlûktur ve bu koku onun ter kokusudur.” Yani her iki dünya da emek ve alın teri üzerine kuruludur.
Gübre ve tezek kokusuyla ineklerin böğürtüleri gibi duyusal algılamalar öğretmende zihnî süreçler doğuruyor. Bu zihnî süreçler de sırayla köyün yoksulluğu, bilgeliği ve emeği ile ilgilidir. Yazarın bu yöntemi, edebî bir inceliğe varıyor. Öğretmen bir köylüdür ve uzaklarda gördüğü bir eğitimden sonra ilk olarak bir köye gelmektedir. Yazarın, öğretmeni daha köye girmeden kokular ve seslerle yakınlık kuracak, uzun zamandır unuttuğu bu şeyleri zihninde anı ve çağrışım dizileri uyandıracak biçimde anlatması; yazarın psikolojik gerçekleri ustaca ortaya koyduğunu göstermektedir.
Öğretmen köye giriyor ve insanlarla karşılaşıyor. Kendine dost bulduğu koku ve duyulardan sonra köylüler daha uzak ve yabancı… Çünkü öğretmen artık kendilerinden biri değil, o da yabancı… Yerlerinden kalkmıyorlar. Muhtarın konuşmasında öğretmeni azarlar gibi bir ton var. Ayrıca, maddi gereksemeler yüzünden çocukların okumaya zaman ayıramayacağı, bu konuşmada kısa ve özlü bir kesinlikle bildiriliyor.
Görülüyor ki yazar, oldukça hesaplı, ayrıntılı bir giriş yapmıştır. Hikâyenin sonunda ise girişte anlatılan şeyler kısaca tekrarlanıyor: “bu köye geldiğim gibi yine bir akşam vakti, güneş sarı otlara uzanır ve rüzgâr bunları kızıl bir deniz gibi dalgalandırırken keskin gübre kokusunu ve tezek dumanlarını arkamda bırakarak çıktım yürüdüm.” Yani sonda, başlangıca dönülüyor. Yazar bu çerçevenin gereğini acaba niçin duydu? Ana temayla ilgisi bulunmadıkça ne kadar iyi yazılmış olursa olsun bu giriş ve bitirişin hikâyede yeri olamazdı. Acaba rahat bir başlangıç sağlamanın dışında bir ilgi var mı ve varsa nedir? Bu sorunun cevabı sanırım yukarıdaki sözümde yatmaktadır: “Başlangıca dönülüyor.” Öğretmenin gelişi ve gidişi asıl hikâyeye yani yolun yapılmasına koşuttur. İki tema zaten birbirine bağlıdır, çünkü öğretmen yol sorununu ortaya atmakla bu işe karışmış oluyor. Yolun yapılması köylünün hayatında hiçbir olumlu değişiklik getirmemiş, tersine durumu eskisinden daha kötü yapmıştır. Köylünün gözünde bu kötülemeden sorumlu olan öğretmen de aynı durumdadır. Köye, köylüye dışardan bir yardım olarak yol ve öğretmen gelmiş, getirilmiştir; ama bunlar hiçbir bakımdan olumlu bir etki sağlayamazlar. Öğretmenin gelişinde de dönüşünde de köy aynı durumdadır, aynı kokuları çevresine saçmaktadır, yaşayışında hiçbir değişiklik olmamıştır.
Sabahattin Ali’nin giriş bölümünde kullandığı bu yöntem için Türk edebiyatında bir yeniliktir diyebiliriz. Klasik betimleme, yazarın elinde, işlevini değiştiriyor. Daha eski bir hikayeciden örneğin Ömer Seyfettin’den alacağımız birçok hikâyenin de bu gibi betimlemelerle başladığını görürüz. Ama o hikâyelerde betimleme sadece bir betimleme olarak vardır, bir çeşit “edebiyat yapma” aracıdır yani. Başka türlü bir duyarlığın ve edebiyat anlayışının, amacı iyice belirginleşmemiş bir ürünüdür. Oysa Sabahattin Ali’nin bu hikâyesinde gördüğümüz betimsel giriş, kendi sınırlarını aşmakta, yeni bir anlam kazanmaktadır. Bunun, hikâyenin yapısında, organik bütünlüğünde önemli bir işlevi vardır. Yüzeydeki, görünürdeki temayı, kendini açığa vurmadan destekleyen bir alt akıntıdır bu.
Hikâyenin kendisi klasik anlayışa göre, akılcı bir tutumla yazılmıştır. Okurun dikkati, yol üzerinde toplanıyor. Önce öğretmenin çabaları anlatılıyor. Bunların sonuç vermemesi onu hayal kırıklığına uğratıyor. Tam bu sırada, devlet büyüklerinden birinin bir sözü üstüne, vali, yolu yapmaya karar veriyor. Hazırlıklar, çalışmalar uzun uzun anlatıldıktan sonra yol tamamlanıyor, böylece hikâyenin dönüm noktasına varılıyor. Ardından, bütün bu işlerin fiyaskoyla sonuçlandığı görülüyor ve hikâye bitiyor. Yani yol temasının bir grafiği çizilecek olsa, önce ufak tefek kesintilerle yukarıya doğru yumuşak bir çıkış, sonra birdenbire bir düşüş göreceğiz. Son sayfalardaki kısa, keskin anlatım; ilk sayfalardaki daha yayvan, ağır anlatımla karşıtlık durumunda; düşüşün keskinliği böyle belirtiliyor. Yol yapımının bitirilişini anlatırken yazar şöyle diyor: “Birkaç gün sonra açılış töreni olacak. Köyün yanındaki tepeye çıkıp bakınca, uzakta kara bir yılan gibi parlıyor. İki tarafına da ağaç da dikeceklermiş.” Burada kullanılan “yılan” imgesi, uzun asfalt yolu iyi betimliyor, ama bana kalırsa yazar bu sözün duygusal çağrışımını da hesaba katmış. Örneğin “kara bir dere gibi” diyebilir ya da buna benzer başka bir sözle de anlatabilirdi yolu. Oysa insanda tiksinti ve korkuyla karışık bir refleks uyandıran “yılan” kelimesini seçmiş. Böylece de yolun sonradan kazanacağı kötü niteliği belirtmiş. Hikâyenin dönüm noktası budur diyebiliriz. O ana kadar geçen bütün olaylar gelip ağırlıklarını “kara bir yılan gibi” benzetisine boşaltıyor ve bundan sonra hikâye hızla sonuca varıyor.
Sabahattin Ali bu hikâyesinde alaycı bir tarzda konuşuyor ve konusunu ironiyle besliyor. Alaycı tutumunun ölçüsünü kaçırdığı sıralarda hikâyenin başarı oranı azalıyor. Şöyle ki hikâyeyi bir köy öğretmeninin ağzından yazmaya karar vermiş ve bu öğretmenin olayları anlayışı, yazarın anlayışından daha sınırlı. Öğretmen, olup biten işlerin çok yüzeyinde kalıyor, hükümet memurlarının çevirdiği dolapları bir bütün olarak göremiyor. Bu durum da yazara büyük bir ironi fırsatı hazırlıyor. Çünkü adam, gördüklerini tam anlayamadan yazacak, aslında kötü olan şeyleri iyi sanıp buna göre birtakım yargılar verecek, biz okurlar ise gerçekte olanları bilecek, dolayısıyla daha çok tat alacağız.
Hemen bütün taşlama edebiyatı, ülküsel olanla gerçek olan arasındaki karşıtlığa dayanır, bir valinin yapması gereken şeyler ve gerçekte yaptığı şeyler arasındaki karşıtlık gibi. Konumu böylece hazırlanmış bir hikâyede, yazarın, durumu kavrayamayan bir adamın ağzından konuşması, karşıtlığın keskinliğini büsbütün belirginleştirir.
Buraya kadar iyi. Ama Sabahattin Ali aynı ölçülü anlatımı her zaman sürdüremiyor. Zaman zaman öğretmen iyice siliniyor ve gördüğü şeylere sinirlenen, sinirlendikçe alaycılığını arttıran, alayı arttırdıkça büsbütün öfkelenen Sabahattin Ali’nin sesi açıkça duyulmaya başlıyor. Bunda öğretmenin fazlasıyla saf, neredeyse sersem bir adam olarak ortaya konuluşunun da payı var. Vali ile adamlarının numaralarını biraz fazla yutuyor öğretmen. Örneğin, şehri ziyaret eden devlet büyüğünün sözünden sonra valinin dört elle yol yapımına sarılması üzerine şöyle düşünüyor: “Ben meğer uykudaymışım, vali projelerden bahsediyor… Demek zannettiğim kadar bu işe lakayt değillermiş, yalnız gürültüsüz, şatafatsız bir şekilde halka hizmet etmeyi daha uygun buluyorlarmış.” Bu apaçık namussuzluk karşısında öğretmenin saflığı inandırıcı olmaktan uzak. Yazar, daha sert bir şekilde alay edebilmek için bir yandan namussuzluğu bütün açıklığıyla ortaya koyuyor, öte yandan öğretmeni iyice budala bir adam yapıyor. Gerçi böylelikle, aydının anlayışsızlığını, bilgisizliğini vurguladığı söylenebilir, ama gene de çok aşırıya kaçtığı yadsınamaz. Buna benzer birçok örnekten bir de şuna bakalım:
Öğretmen, valinin nutkunu anlatıyor: “Vilayet gazetesinde okudum. Bir belagat numunesi. Hakikaten büyüklerimiz her şeyi görüyorlar ve bir işaretleriyle uyuyanları uyandırıyorlar. Yalnız vali bu yol için halkın da birçok müracaatları olduğundan hiç bahsetmiyor, yolun köylüye ne kadar faydası olacağını da söylemiyor. Belki bunlar herkesin bildiği şeyler de onun için.” Bu satırlarda Sabahattin Ali, öğretmenin kişiliğini bir yana bırakmakta, neredeyse çekiçle vura vura toplumsal bir yergiyi okurun kafasına sokmaya çalışmaktadır. Bunu yapacağı yerde, gazetede çıkan konuşmanın kendisini verse hikâyenin birçok yerinde elden bırakmadığı ölçülü, nesnel anlatımı sürdürmüş ve daha etkili bir araç kullanmış olacaktı. Çünkü o zaman, hikâyeyi, hikâyenin kendisi anlatacaktı. Bu durumda, “bir belagat numunesi” gibi sözlerin de gereği kalmazdı. Bundan bir sayfa sonra yolun yapılışını anlatırken “Amelenin çoğu açıkta yatıyor. Müteahhit çadır yetiştirememiş.” diyor. İki kısacık cümleyle ortaya koyuverdiği bu acı gerçek, biraz önceki uzun uzadıya, ısrarlı yergisinden çok daha etkili. Buna benzer birçok cümlesi var ki yazarın usta bir taşlamacı olduğunu tartışılmaz bir kesinlikle ortaya koyuyor. Örneğin, yol yapılmış, nutuklar atılmış, kordeleler kesilmiş, halk yolda yürümeye başlamıştır: “Köylüler belki acemiliklerinden, belki bir şey söylerler diye çekindikleri için, asfalta basmaya cesaret edemeyerek yolun iki kenarındaki toprak kısımda yürüyorlar…” Burada halk psikolojisi, bütün iç sızlatın gerçekliğiyle ortaya konulmuş; yolun aslında kimler için yapıldığı belirtilmiş, asfalta yabancı kalan köylülerin; ayaklarını, bildikleri, tanıdıkları toprağa basmaları ustalıkla sunulmuştur. Bu, düşünülmesi, iyice düşünülmesi gereken bir gerçektir. Üstelik hikâyenin sonunda, köylülerin bu yolu kullanmaları büsbütün yasaklanınca bu cümledeki acı, tam anlamını kazanacaktır.
Sonuç olarak bu hikâyenin toplumsal gerçekçiliğe ve toplumsal yergiye -çağına göre- iyi bir örnek olduğu söylenebilir. Yazarın tutumu ve yöntemi akılcılığa, tutarlı bir toplum görüşüne dayanmaktadır. Yazar, bir köy yolunun yapılması olayını ele almış, böyle bir olayla ilgili olabilecek, böyle bir olayın sorumlusu bulunabilecek bütün kişi ve kurumları bir araya getirmiştir. Bu bakımdan yazarın küçük bir olayı genişleterek olayın aşamalarını çeşitli toplum katlarında, köyden başlayıp devlete kadar işlediği söylenebilir ya da bütün bir toplumun bozuk yapısı üstüne söylenebilecek şeyleri bir yol yapımı olayında yoğunlaştırdığı, özümlediği… Aynı anda büyükten küçüğe ve küçükten büyüğe bu gidiş geliş, hikâyenin başarılı olmasında rol oynuyor. Bununla birlikte toplumsal yergi, hikâyenin gelişmesinin doğal bir sonucu olarak ortaya çıkmıyor, yazar tarafından dışarıdan zorlanıyor. Yani toplumsal yergi, sanatın önüne geçiyor. Bu tutum daha ileri götürülürse hikâye yazmanın gereği kalmaz. Sabahattin Ali, genellikle, hikâyesine yazarından bağımsız bir varlık tanıyor. Alaycılığını ve öfkesini denetleyebildiği oranda başarılı kalıyor.