Anı (Hatıra) Türü Tarihsel Gelişimi ve Türk Edebiyatında Anı

Kişilerin yaşadıkları ya da tanık oldukları bazı olayları, bu olayların üzerinden uzun bir zaman geçtikten sonra yazıya aktarmalarıyla oluşan metinlere anı denir.
Kişilerin, anılarını yazmalarının çeşitli nedenleri vardır. Bir kişi, anılarını yazarak temelde insanlık tarihine kendisiyle ilgili bir not düşmek; kendi kuşağına ve kendinden sonrakilere “Bu dünyada ben de yaşadım, beni tanıyın ve unutmayın!” demek ister. İnsana özgü bir gerçeklik olan “unutulmama isteği”, anı metinleri aracılığıyla somut bir ürüne dönüşür. Kişilerin, anılarını yazmalarının diğer nedenlerini “Bu dünyada ben de yaşadım, beni tanıyın ve unutmayın!” yargısını merkeze alan farklı açılımlar içinde görmek doğru olacaktır. Bu açılımları şöyle sıralayabiliriz:

  • 1. Tecrübelerden başkalarının da yararlanmasını istemek: Aynı yanlışların başkaları tarafından yapılmasına engel olmak, olumlu sonuçlar doğuracağına inanılan eylemlerin başkaları tarafından da yapılmasını sağlamak.
  • 2. Nedeni, gelişme süreci, sonuçları tam olarak bilinmeyen bazı olayların üzerindeki sis perdesini kaldırmak, böylelikle bu olayları açıklığa kavuşturmak ya da bu olayların farklı açılardan da görülebileceğini ortaya koymak.
  • 3. Toplumsal, politik, ekonomik vb. değişimlerin nedenlerinin irdelenmesine yardımcı olmak.
  • 4. Unutulmaya yüz tutmuş hayat tarzlarını, değerler sistemini yeni kuşaklara tanıtmak ya da bunların sürekliliğini sağlamaya çalışmak.
  • 5. Tarih ve kamuoyu karşısında kendini aklamaya çalışmak ya da pişmanlıklarını dile getirmek.

Bir kişinin anıları okunarak o kişinin yaşadığı zaman diliminin türlü özellikleri, o zaman diliminde yaşamış kişilerin yaşam serüvenleri ve çeşitli özellikleri hakkında bilgi sahibi olunabilir. Bu anlamda anılar, kişisel ve öznel yanlarından ötürü belge niteliği taşımaktan biraz uzak olsalar da araştırmacılar, tarihçiler ve biyografi yazarları açısından görmezden gelinemeyecek derecede önemli metinlerdir.

Anıların yalın, açık, duru, akıcı, sürükleyici ve samimi bir anlatımla, olabildiğince nesnel bir tavırla; gözlemlere ve sağlam bilgilere dayanılarak yazılması, metne ayrı bir değer katar. Anıların, bilgi verme niteliğine sahip olmalarının yanında, canlı, okuyucuya zevk verici bir anlatıma sahip olmaları da son derece önemlidir. Sadece kuru bilgilerin anlatıldığı, okuyucuya zevk vermeyen bir metin, anı niteliğinden sıyrılıp bir tarih metnine dönüşme riskini taşır.

Anı, kişisel yaşamı konu alması, kişinin yaşadıklarını, tanık olduklarını ve duydukları dile getirdiği bir metin türü olması yönüyle “günlükle benzerlik gösterir. Anıyla günlük arasındaki en önemli fark, metinde anlatılanların yaşanmasıyla yazıya aktarılması arasındaki zaman aralığının uzunluğu-kısalığıyla ilgilidir. Günlükte, yaşamakla yazmak arasında çok kısa bir zaman aralığı vardır. Bu zaman aralığı, birkaç günü geçmez, geçmemelidir. Anıda ise bu zaman aralığı, on yıllarla ifade edilebilecek kadar geniş olabilir.
Bir olayın yaşanmasının üzerinden yıllar geçtikten sonra yazıya aktarılmak istenmesi, bazı riskleri de beraberinde getirmektedir: Bunların en önemlisi aradan geçen onca süreden sonra yazarın bazı olayları ya tümden unutabilecek ya da eksik ve yanlış hatırlayabilecek olmasıdır.

Anıya konu olan olayların üzerinden çok uzun zaman geçmesine karşın yazarların bu olayları bugün yaşanmış gibi çok ayrıntılı anlatmaları ve bu metinlerde uzun diyaloglara yer vermeleri; okuyucuların kafasında bazı soru işaretlerinin oluşmasına neden olabilir. Okuyucunun okuduğu bir anı metni karşısında “Anı, sonuçta hatırlamalar üzerine kurulan bir metin türüdür. Aradan bunca sene geçmesine rağmen yazar nasıl oluyor da bu olaylara ait en küçük ayrıntıları bile rahatlıkla hatırlayabiliyor?” sorusunu sormasına neden olabilecek bu durumun, yazarın inandırıcılığına ve metnin samimiyetine gölge düşürebileceği unutulmamalıdır. Böyle bir soru, yayımlanma amacı güdülmeden oluşturulan günlüklerle ilgili olarak sorulabilecek en son sorudur herhalde. Çünkü günlükte anlatılan olay, unutulmaya neden olabilecek bir süre geçmeden yazıya aktarılmak durumundadır.

Anı yazma noktasında risk, günlük yazma noktasında avantaj olarak değerlendirilebilecek bazı durumlar, başka bir açıdan bakıldığında çok farklı şekilde de algılanabilir. Söz gelimi günlük yazarı, bir olayı, yaşarken ya da olayın üzerinden çok uzun bir süre geçmemişken yazısını oluşturmak zorundadır. Bu zorunluluk, günlük yazarının söz konusu olayla ilgili bazı eksik ya da yanlış değerlendirmelerde bulunmasına neden olabilir. Anıda böyle bir durumun yaşanması güçtür. Çünkü olayların üzerinden uzun bir süre geçmesi, anı yazarının o olaylarla ilgili eksik taşları yerli yerine oturtmasına, onlarla ilgili daha sağlıklı değerlendirmeler yapmasına olanak sağlayacaktır. Günlük yazarı, olaylara tek pencereden bakar; o pencere, yazarın gözlemledikleri ve yaşadıklarıyla sınırlıdır. Oysa anı yazarının geçmişe dönüp bakmasını sağlayan birçok pencere vardır: Olaylar geçmişte kalmış, başka kişilerin o olaylarla ilgili daha önce bilinmeyen görüşleri ortaya çıkmış, olaylar daha bir berraklığa kavuşmuştur. Bütün bunlar, anı yazarının geçmişteki olayları farklı bakış açılarıyla değerlendirmesini, böylelikle gerçekleri olanca çıplaklığıyla ortaya koymasını ve günlüğe oranla daha gerçekçi bir metin oluşturmasını olanaklı kılar. Elde ne kadar çok veri varsa, olaylar da o kadar net biçimde açığa çıkmış olur. Resmî belgeler, mektuplar, başkaları tarafından yazılmış günlükler, anılar vb. bu tür veriler arasında sayılabilir.

Anı ile günlük arasındaki farklardan biri de anlatılanların merkezinde kimin olduğu noktasında ortaya çıkmaktadır. Günlük, daha ben merkezli bir metin türüdür. Günlük yazarı daha çok kendi yaşadıklarını anlatır. Ama anı yazarı bazen kendisini geriye çeker, sadece gözlem ve izlenimlerini aktarır. Kesin bir yargı ve genelleme olmamak kaydıyla bu konuda şöyle bir çıkarım yapılabilir: Günlük, yaşananların, günlük tutan kişi üzerindeki etkilerinin; anı ise toplumun geneli üzerindeki etkilerinin anlatılmasına daha uygun metin türleridir.

Anı, sadece olayların anlatıldığı bir metin türü değildir. Anılarda olaylar kadar kişiler de ön plana çıkar. Hatta sadece kişilerin anlatıldığı anı metinleri bile vardır. Buradan yola çıkarak anıları iki ana başlık altında inceleyebiliriz:

A. Olay merkezli anılar: Adından da anlaşılacağı üzere bu tür metinlerde yazar, yaşa’dığı, tanık olduğu ya da duyduğu olayları anlatır.
B. Kişi merkezli anılar: Herkes, hayatı boyunca çeşitli nedenlerle (yaşıt olmak, akraba olmak, arkadaş olmak, aynı kentte yaşıyor olmak, aynı kurumda çalışıyor olmak, aynı ya da muhalif siyasi görüşlere sahip olmak vb.) bazı kişilerle tanışır, onlarla yakın ya da uzak bir iletişim ve etkileşim sürecine girer. Kişi merkezli anılar, bazı kişilerin yazar üzerinde bıraktığı izlenimlerin ya da onlarla yaşanan bazı olayların anlatımı üzerine kurulmuş, kişilerin türlü özellikleri üzerinde yoğunlaşmış metinlerdir. Bu tür metinleri; yazarların, tanıdıkları kişilerin hayat öykülerini anlattıkları metinler olarak görmek yanlıştır. Zaten kişilerin hayatlarının anlatıldığı bir metin, anı olmaktan çıkar, bir biyografiye dönüşür. Kişi merkezli anılarda yazar, tanıdığı kişilerin, özellikle betimleyici anlatımdan yararlanarak karakteristik özelliklerini anlatır, yani o kişilerin portrelerini çizer, onların kendisinde bıraktığı izlenimleri aktarır, onlarla yaşanmış ilginç ve önemli olayları dile getirir. Bunlar, bir bakıma yazara sorulan “Bu kişi sizin için ne anlam ifade ediyor, bu kişinin adını bugün duyduğunuzda neler hissediyorsunuz, bu kişiyle ilgili bir anınızı anlatır mısınız?” vb. soruların cevabı olabilecek metinlerdir. Kişi merkezli anılar, genellikle anı-portre niteliği taşır.

Anılar temelde öyküleyici anlatım türünden yararlanılarak yazılır. Hem olay çevresinde gelişen edebî metinlerin hem de kişisel hayatı konu alan öğretici metinlerin oluşturulmasında kullanılan bir anlatım türü olan öyküleyici anlatımda beş öge önemli rol üstlenir: Olay, kişi, zaman, mekân, anlatıcı. Bunlardan “olay” ve “anlatıcı” kavramları üzerinde duralım:
Bir arada bulunmak zorunda olan en az iki kişinin veya iki kişi yerine geçen kavram veya varlığın bireysel farklılıklar sebebiyle karşı karşıya gelmesi veya çatışması sonucu ortaya çıkan eyleme olay denir. Bu eylem, başka eylemlerin oluşmasını da sağlayıp bir eylem dizisine dönüştüğünde şu adlardan birini alır:

Olay zinciri, olay örgüsü:  Öğretici metinlerde anlatılan eylem dizisine olay zinciri, kurmaca metinlerde anlatılan eylem dizisine ise olay örgüsü denir. Olay çevresinde gelişen edebî metinler (öykü, roman vb.) birer kurmacadır. Dolayısıyla bu tür metinlerde anlatılanlar, “olay örgüsü” bağlamında değerlendirilir. Gezi yazısı, günce, mektup, anı gibi kişisel hayatı konu alan öğretici metinler ise kurmaca dünyada değil gerçek dünyada var olan, yaşanmış olaylar üzerine kurulur. Bu nedenle de bu tür metinlerde anlatılan olaylar olay zinciri bağlamında ele alınır.

Öyküleyici anlatımda olayları anlatan kişiye anlatıcı denir. Öyküleyici anlatımla oluşturulan edebî metinlerin (hikâye, roman vb.) anlatıcılarıyla öyküleyici anlatımla oluşturulan öğretici metinlerin anlatıcıları, nitelik bakımından farklılık gösterir. Edebî metinleri oluşturan bütün unsurlar kurmacadır. Yani bu tür metinlerde anlatılan olaylar, kişiler, zamanlar, mekânlar gerçek dünyada var oldukları için değil, metnin yazarı tarafından var edildikleri için vardır. Aynı şekilde bu metinlerdeki olay örgülerinin anlatıcıları da kurmacadır: Metnin yazarı başka, anlatıcısı başkadır. Anlatıcıyı da var eden yazarın kendisidir. Yazar, olayların anlatıcısını bazen metindeki kahramanlar (kahraman anlatıcının bakış açısı) bazen olay örgüsünü gözlemleyenler arasından seçer (gözlemci anlatıcının bakış açısı), bazen de her şeyi bilen bir anlatıcı (ilahi bakış açısı) yaratır. Bu anlatıcıların ortak özelliği, yazar tarafından yaratılmış, kurmaca anlatıcılar olmalarıdır.
Öyküleyici anlatımla oluşturulmuş anı, günlük, gezi yazısı gibi öğretici metinlerin anlatıcıları ise gerçek kişilerdir. Bu kişiler, o metinleri oluşturan yazarların kendileridir. Söz gelimi bir anı metninde geçen “Birkaç gün sonra kuşun delmeye çalıştığı ağacın yanına gittim. Ağaca bir cevizden biraz büyükçe ve çok düzgün yuvarlak bir delik açmış olduğunu gördüm. İlkin bu deliğin içine yuva yapacağını sandım.” cümlelerinde sözü edilen eylemleri (gittim, gördüm, sandım) yapanla bunları anlatanlar farklı kişiler değildir. O olay zincirini gerçekleştiren de anlatan da yazarın kendisidir. Olay zinciri, kurmaca kişiler tarafından gerçekleştirilmediği ve kurmaca anlatıcılar tarafından anlatılmadığı için bu tür metinler gerçek bir anlatıcı olan yazarın “ben” (birinci tekil kişi) merkezli anlatımı etrafında şekillenir.

Anılarda dil çoğunlukla göndergesel işlevde ve heyecana bağlı işlevde kullanılır.

ANININ TARİHSEL GELİŞİMİ:

Anı türünün tarihsel gelişimini anlatmadan önce bazı metinlerin sınıflandırılmasının güçlüğüyle ilgili şöyle bir saptama yapabiliriz: Özellikle eski çağlarda oluşturulan kimi eserlerde yazarlar; hayat, bilim, tarih, edebiyat, sanat, felsefe, din gibi çok çeşitli alanlardaki görüşlerini aynı metin üzerinde anlatma, bu metinleri de çoğunlukla anılarıyla ya da söylencelerle zenginleştirme yoluna gitmişlerdir. Metin türlerinin kendilerine özgü temel nitelikleri uzun bir süreç içinde oluşmuştur. Bu süreç, günümüzde de devam etmektedir. Metinleri anı, biyografi, otobiyografi, gezi yazısı vb. adlar altında toplamak, ancak Modern Dönem edebiyat incelemelerinde ortaya çıkan bir sınıflandırma yöntemidir. Bütün bunlar dikkate alınırsa özellikle eski çağlarda oluşturulmuş bazı metinlerin belli bir metin türüne dâhil edilerek sınıflandırılmasının çok da kolay olmadığı anlaşılacaktır. Aslında bu, sadece eski çağlara özgü bir sorun değildir. Günümüzde de benzer sorunlar vardır. Söz gelimi bir biyografi yazarının, biyografisini yazdığı kişiyle ilgili bilgiler verirken bir taraftan da o kişiyle ilgili anılarını anlatması, ortaya çıkacak metnin sınıflandırılmasını güçleştirecektir. Bu konuda sonuç olarak şunu söyleyebiliriz: Anının, kişisel yaşamı konu alan bir metin türü olması ve geçmişteki olayların aktarılması üzerine kurulması, bazı eserlerin metin türü bakımından sınıflandırılmasını özellikle anı-gezi yazısı-günlük-otobiyografi-biyografi noktasında zorlaştırmaktadır.

Anı türünde yazılmış eserlerin ilkinin, Anabasis olduğu kabul edilir. Ksenophon‘un bu eseri Türkçeye On binlerin Dönüşü ismiyle çevrilmiştir. Eserle ilgili olarak şu bilgiyi verebiliriz: Pers prensi Kyros, Pers tahtını ele geçirmek için ağabeyi Kral Artak-serkses’e karşı Yunan paralı askerlerini de içine alan bir orduyla MÖ 401’de Lidya’nın Sardes kentinden yola çıkmış, “Anabasis’ın yazan Ksenophon da bu sefere bir “savaş muhabiri” olarak katılmıştır. Fırat üzerinde Kunaksa’da yapılan savaşta Prens Kyros ve generalleri öldürülünce kaderin bir cilvesi olarak Ksenophon savaş muhabirliğinden ordu komutanlığına geçmiş ve savaşı kazanmayı başarmıştır. Ardından Yunan ordusunu Anadolu içlerinden kuzeydoğuya doğru yürütmüş, Karadeniz kıyılarından yola devam ederek onların anayurtlarına dönmelerini sağlamıştır. Anabasis, yurtlarından 2400 km uzakta, düşman bir ülkede kalan bu askerleri kurtuluşa kavuşturan Ksenophon’un ve çevresindekilerin başlarından geçen akıl almaz serüvenlerin anlatıldığı bir eserdir. Bu eser, bazı yönleriyle otobiyografi, bazı yönleriyle gezi yazısı niteliği taşımasına karşın daha çok anı türünün özelliklerini üzerinde taşımaktadır.
Anı türünün, Doğu toplumlarında da uzun bir geçmişinin olduğu söylenebilir. Genellikle bilge kişilerin ve peygamberlerin yaşamları çevresinde gelişen olayların anlatıimasıyla oluşturulan bu anılar, çoğunlukla kutsal inançlar ve kavramlar bağlamında sözlü gelenek içinde yaşatılmış ve zaman içinde yazıya aktarılmıştır. Söz gelimi İslam’da Hazreti Muhammed’in sözlerinin, davranışlarının ve yaşadığı olayların öğrenilmesi ve öğretilmesiyle ilgili kesin kuralların bulunması; sünnet terimiyle karşılanan bu söz ve davranışların zaman içinde yazıya aktarılması ve bunların hadis bilimi ışığında incelenmesi ve değerlendirilmesi sonucunu doğurmuştur. Hazreti Muhammed’in sözlerinin, davranışlarının ve yaşadığı olayların; bunlara tanıklık eden kişiler tarafından başkalarına, bir süre sonra da yazıya aktarılmasıyla oluşturulan metinler (hadis kitapları), edebiyat incelemesi açısından anı türünde oluşturulan metinlerle önemli benzerlikler göstermektedir. En önemlisi Sahih-i Buhari olan bu kitapları, klasik anı kitaplarından ayıran iki önemli fark vardır:

  • 1. Klasik anı kitapları, edebiyatın, edebiyat tarihinin ve edebiyat biliminin ilgi alanına girerken bu kitaplar temelde başka bir bilim dalının (hadis biliminin) inceleme alanına girer.
  • 2. Klasik anı kitapları, bir kişinin kendisinin yaşadığı ya da tanık olduğu olayları anlatmasıyla oluşturulurken bu kitaplar farklı kişilerin aynı kişiyle ilgili anılarını anlatmalarıyla oluşturulur. Yani bu tür kitaplar farklı kişilerin aynı kişiyle ilgili çeşitli anılarının yer aldığı birer “anı seçkisi” olarak da düşünülebilir.

TÜRK EDEBİYATINDA ANI
Orhun Abideleri’nin bazı bölümleri anı türündeki metinlerle çeşitli açılardan benzerlik gösterse de Türk edebiyatında anı türünde yazılan ilk eserin, Hindistan’da Babür İmparatorluğunu kuran Babür Şah’ın Vakâyî’si olduğu kabul edilir. Babür Şah, Babürnâme olarak da anılan bu eserinde 1494 yılında tahta çıkışından 1524’e kadar yaşadığı çeşitli olayları anlatmıştır. Çağatay lehçesiyle yazılan “Babürnâme“, birçok açıdan gezi yazıları ve otobiyografilerle benzer nitelikler taşımaktadır.
Hive hanlarından Ebülgazi Bahadır Han’ın 17. yüzyılın ikinci yarısında yazdığı Şecere-i Türk, yer yer anı karakteri gösteren bir tarih kitabıdır. Ebülgazi Bahadır Han, bu eserinde temelde tarihsel bilgiler aktarmakla birlikte kendi başından geçen bazı ilginç olayları da anlatmıştır.

Eserlerinde yaşam serüveninden ve anılarından söz eden başka bir kişi de 17. yüzyıl bilgin ve düşünürlerinden Kâtip Çelebi’dir. Yaşadığı zaman dilimini her açıdan aşmış bir kişi olan Kâtip Çelebi, Süllemiü’l-Vusûl, Mizanü’l-Hak, Fezleke, Cihannüma, Keşfü’z-Zunun gibi eserlerinin kimi yerlerinde anılarına yer vermiştir.
Bunların dışında bazı yazarlar, tarih kitapları, vakayinameler, sefaretnâmeler, seyahatnameler ve şuara tezkirelerinin bazı bölümlerinde anı niteliği taşıyan bölümler oluşturmuşlardır. 16. yüzyıl tezkirecilerinden Âşık Paşa’nm Meşâirü’ş-Şuârâ (Şairlerin Duyuları) isimli eseri, içinde anı niteliği taşıyan metin parçalarının bulunduğu şuara tezkirelerine örnek gösterilebilir. Yazar, bu eserin ön sözünde kendi hayatından çeşitli kesitler sunmuş, bu yönüyle eserine, otobiyografi ve anı metinlerine özgü bazı nitelikler katmıştır.

Anıların yazılması ve yayımlanması Tanzimat, özellikle de Cumhuriyet sonrasında büyük bir hız
kazanmış, Tanzimat’ın ilanından

günümüze dek yüzlerce anı

kitabı yayımlanmıştır.
Abdülhak Şinasi Hisar Boğaziçi Yalıları Geçmiş Zaman Köşkleri
Ahmet Rasim Falaka Gecelerim
Ahmet Rasim Fuhş-i Atik Muharrir, Şair, Edip
Ahmet Oktay Gizli Çekmece
Ahmet İhsan Tokgöz Matbuat Hâtıralarım
Altan Deliorman Kırık Kanatlı Bir JönTürk Sessiz Bir Ses
Altan Öymen Bir Dönem Bir Çocuk Değişim Yılları
Celâl Bayar Ben de Yazdım
Emre Kongar Ben Müsteşarken
Ergun Göze Yaşasın Hâtıralar
Falih Rıfkı Atay Zeytindağı Atatürk’ün Bana Anlattıkları
Gülriz Sururi Bir An Gelir’ Kıldan İnce Kılıçtan Keskince
Haldun Taner Ölür İse Ten Ölür Canlar Ölesi Değil
Halide Edip Adıvar Mor Salkımlı Ev Türk’ün Ateşle İmtihanı
Halit Fahri Ozansoy Edebiyatçılar Çevremde Edebiyatçılar Geçiyor
Halit Ziya Uşaklıgil Kırk YılBir Acı Hikâye Saray ve Ötesi
Hasan Cemal Cumhuriyet’i Çok Sevmiştim
Hüseyin Cahit Yalçın Edebî Hatıralar Kavgalarım
 Hüseyin Cahit Yalçın Siyasal Anılar
Kâzım Karabekir İstiklâl Harbimiz
Mina Urgan Bir Dinozorun Anıları
Muallim Naci Ömer’in Çocukluğu
Oktay Akbal Şair Dostlarım
Refik Halit Karay Üç Nesil-Üç Hayat
Samet Ağaoğlu Babamın Arkadaşları Aşina Yüzler
Yahya Kemal Beyatlı

Siyasi ve Edebî Portreler

Yahya Kemal Beyatlı Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralarım
Yakup Kadri Karaosmanoğl u   Anamın Kitabı Gençlik ve Edebiyat Hatıraları
Yakup Kadri Karaosmanoğl Vatan Yolunda Politikada Kırk Beş Yıl Zoraki Diplomat
Yusuf Ziya Ortaç Portreler Bizim Yokuş
Ziya Paşa Defter-i Amal

Anı metinlerinde öyküleyici anlatımın yanında betimleyici, açıklayıcı ve söyleşmeye bağlı anlatım türlerinden de yararlanılabilir. Betimleyici anlatım, özellikle kişi merkezli anılarda kişilerin fiziksel ve ruhsal özelliklerinin anlatılmasında, açıklayıcı anlatım bazı olayların nedenlerinin ortaya konmasında, söyleşmeye bağlı anlatım ise kişilerin konuşmalarının aktarılması sırasında kullanılır.

Anı Örnekleri:

Yahya Kemal Beyatlı’dan

DADIM
Dadım Zeynep, ben doğduğum zaman aileye alınmış bir Arnavut kızıydı. Hemen hemen onun elinde büyümüştüm. Âdeta ailemizden olmuştu. Beş yaşındaydım. Bir gün evde çalgılar, davetliler, bir kalabalık peyda oluverdi. Meğer Zeynep’in nikâhı kıyılıyormuş. Dadımdan koparılıp ayrılamayacağımı bildikleri için benden haberi saklamışlar. Bu nâgehânî (ansızın yapılan) eğlence ortasında bir şey anlamadım. Yalnız “Zeynep, kocaya varacak! Lâkin bizde kalacak! Merak etme!” diyorlardı. Zeynep’i o gün doğramacı Mustafa Ağa’ya nikahladılar. Hakîkaten o gürültülü gün geçtikten sonra Zeynep bizde kaldı. Kendi kendimi avuttum, ayrılık tehlikesi geçmişti. Dadıma bir kat daha sarılmıştım.
İki ay sonra annem Karşıyaka’da bir düğüne, yatıya gitmek hazırlığında bulunuyordu; aynı zamanda da bizim evde bir düğün hazırlığı olduğunu hissediyordum. Meğer Zeynep bu defa kocaya veriliyor ve kocasının Karşıyaka’daki evine gönderiliyormuş; benim haberim olmaması için beni diğer bir düğüne göndermek düşünülmüş.
Diğer düğüne gittim. Zeynep’ten ayrılacağımı, bilmem nereden ve nasıl orada haber aldım. Kıyameti kopardım, ağlamaya ve sızlamaya başladım. Beni Zeynep’in evine götürdüler. Küçük bir muhacir eviydi. Zeynep oradaydı. Yeni gelinler gibi giyinmişti. Onu görünce kucağına atıldım. Ben ağlıyordum, o ağlıyordu. Küçük kalbimin müthiş bir üzüntüsü vardı. Oradaki kadınlar beni bir türlü avutamıyorlardı. Zeynep’in kocasına, girdiği aileye düşmandım.

Sonsuz hüznüm ve hasretim, üç dört gün sürdü: Üç dört gün, bizim evle Zeynep’in evi arasında dolaştırdılar beni. Nihayet Zeynep, bir müddet bize misafir geldi. Gözyaşlarını dindi, ferahladım, eski hayâtıma kavuştum. Ondan sonra yavaş yavaş avundum. Mamafih senelerce dadımı yoklamaya, onunla bir gece geçirmeye giderdim.

Zeynep’in kocası Mustafa Ağa, ağırbaşlı, esnaftan, yakışıklı, temiz bir adamdı. Zeynep’le mesut olmuştu. Lâkin zavallı Zeynep’in çocuğu olmuyordu. Kocası kendini sevdiği hâlde üstüne evlendi.
Yirmi beş sene sonra işittim ki Mustafa Ağa, Balkan Harbi’nde Manisa’ya muhaceret (göç) etmiş. Orada bir keresteci dükkânı açmış. Hâli vakti yerinde bir adammış. Zeynep onun yanında hâlâ yaşıyormuş. Benim ne olduğumu şuna buna soruyormuş!

(Yahya Kemal Beyatlı – Çocukluğum, Gençliğim, Siyasi ve Edebî Hatıralarım)

Anı Örneği 2: 

Ceketimin yakasını, pantolonumun diz kapaklarını saatlerce sildim; açık havada kuruttum ve ıslak Dez altında kendi elimle ütüledim, iskarpinlerimin ökselerini Eskici Mahmut Usta bir gün önce tamir etmişti. Yeni bağlar aldım ve boyattım. Fesim, ertesi sabah kalıplandı, gömleğim kolacıdan geldi. Annemin dul naaşı ile bu kadar şıklaşabilirdim ancak.
Birinci Dünya Savaşı’nın açlık günlerindeyiz. Eylül ayı… İçerisi güneşsiz… Ortada uzun, upuzun bir masa var: Ayakları, çerçevesi limon sarısı, üstü koyu yeşil…

Burası, şimdi adı Şehir Tiyatrosu olan Darülbedayi Müdürlüğüdür. Bu salonda hepsini ilk defa gördüğüm altı şöhret var: Halit Ziya, Hüseyin Suat, Ahmet Nuri, İsmail Müştak, Ali Cenanî ve belediye adına Savni Bey. O gün, Binnaz isimli manzum piyesimi edebî heyete okumam için beni çağırlar. Ama ben Halit Ziya’yı daha önceden tanıyordum: Servet-i Fünun sahifelerindeki resmiyle de değil, “Mai ve Siyah”ta Tepebaşı bahçesine yağan inci ve elmas yağmuru ile… Üstadın üslubu ile söyleyeyim: “Bârân-ı dürrü elmas” ile… Onun Arap, Acem kelimelerinden yaptığı terkipleri usta kuyumcular elinden çıkmış nadide mücevherler gibi hafızalarımıza takıştırırdık!

Batılı hikâyenin, Batılı romanın babasıydı o. Hâlâ da öyledir. Geçen altmış yıl, onun çapında bir hikâye ve roman mimarı yetiştirmedi. Halit Ziya Bey, yalnız yazı hayatımızda bir çığır açmamıştır. O, cemiyet hayatımızda da bir çağ açtı: “Aşk-ı Memnu”nun “Nihalleri, “Bihter”leri, onun kalemiyle kadınsız dünyamıza doğdular.

Büyük romancımız da tıpkı büyük Hâmid’imiz gibi kavgasız yaşamıştır: Düşmanlarını sözlerle değil, ciltlerle taşlamıştır!
Onu evinde tanıyınca anladım ki Uşaklıgil, eserleri kadar yaşayışı ile de Avrupalıdır. Vesika ekmeği, yani mısır koçanı, yani süpürge tohumu, yani Kâğıthane çamuru yediğimiz o perişan günlerde, Halit Ziya Bey, Yeşilköy’deki villasında, her hafta cuma günleri edebiyat toplantıları yapmaya başlamıştı.

Biz, hecenin beş şairi, artık yeni bir çağın müjdecileriydik. Kavgasız yaşayan büyük romancı, Osmanlıcanın mezarlığında ebedî uykusuna dalmaya razı değildi. Yeni eserlerinde artık Acem şahının tacı gibi parıldayan terkiplere iltifat etmiyordu. Hatta eski eserlerini yeniden, günün diline yaklaştırmaya bile koyulmuştu. Bu ziyafetleri, iki kuşak arası bir sanat yakınlığı da sayabilirdik. Ama ne yalan söyleyeyim, lezzet değeri, sanat değerinden çok üstündü bu toplantıların!

Üstadı, başında lacivert bir bere, sırtında kaşmir bir ceket, elinde makas, bahçesinde bulurduk: Bir dal, bir gül keserken… Telâşsız, yumuşak adımlarla gelir, pek ölçülü bir nezaketle misafirlerini karşılardı. Birinci katta, pencerelerine yapraklar değen büyük bir odada toplanırdık. Hayal ötesi bir çay masası kurulurdu. Fakir mahallelerin sulh günlerinde bile tatmadığı, zengin konakların artık unutmaya başladığı dünya nimetlerine kavuşurduk burada: Çay, süt, sütlü kahve, kakao… Sonra, peynirlerin her çeşidi… Reçeller, reçeller, reçeller… Çilek, muz, menekşe kokulu fondanlar… Pastalar, şokolalı, kremli, meyveli pastalar… Bisküviler, kuruva-sanlar, briyoşlar; küçük, ılık börekler… Yerdik, bütün aç gözlülüğümüzle. Hayır, hayır! Bütün açlığımızla yerdik! Sonra -eyvaaaah- doyardık! Nasılsa davetliler arasına katılan son divan artığı şişman bir şair, Yaşar Sadi, tatlı bir baygınlıkla koltuğa yığılınca, kibar ev sahibi, bıyıklarının altında kaybolan bir gülümseyişle sokulur, sorardı: “Size biraz pencereyi açayım mı?”

Ziyafet, akşam garipliği, daha doğrusu ayrılık garipliği çökerken bir piyano konseriyle sona ererdi.
Salonun bir köşesindeki siyah, kuyruklu piyanoda, bize tanrıların sesini dinleten, üstadın büyük oğlu Vedat’tı. Babasına, ihtiyar yaşında, intiharının acısını çektiren Vedat…
Halit Ziya Bey, Sultan Reşat tahta çıkınca onun başkâtibi olmuştu. O zaman “ser kâtib-i hazret-i padi-şahî”yi kendisine pek yakışan, pek şık, pek alafranga bir sakalla gördük.

Bir gün, Baş Mabeyinci Hurşit Bey ile beraber huzurda iken, Sultan Reşat: “Sizin birbirinizi çok sevdiğinizi, iyi geçindiğinizi görüyor, memnun oluyorum.” demiş. Halit Ziya Bey: “Evet efendimiz, kardeş gibiyizdir!” deyince, tarih boyunca kardeş kavgalarından yılgın padişah, telaşla düzeltmiş: “Yook, kardeş gibi değil, arkadaş gibisiniz!”