Örnek Anı Metni : Anılar; Issız ve Yağmurlu
Behçet Necatigil, Naci Çeliklerin üst katında oturuyordu. Naci, Necatigil’le görüşüyordu. Necatigil’e okul kitabımızdaki “Kır Şarkısı” şiirinden beri hayrandım.
Naci randevu aldı, Behçet Hoca’nın evine gittik. Burası tam anlamıyla bir “öğretmen” eviydi, bir “cumhuriyet” öğretmeninin evi.
Koltuğumun altında Cumartesi Yalnızlığı… Behçet Necatigil on sekiz yaşındaki bir gencin kitabını ciddiyetle okuyacaktı. İkinci gidişimde bana dil, Türkçe yanlışlarımı gösterdi. Edip Cansever’e olduğu gibi Necatigil’e de alınmıştım. Ama dikkatle
dinliyordum. Örnekse, kitap boyunca “umut etmek” diyorum. Necatigil, “Ümit etmek karşılığı kötü bir çeviri; ummak dururken…” demişti. Tıpkı cevap vermek karşılığı “yanıt vermek” dediğimiz gibi; yanıtlamak dururken.
O dönemde bu türden dil inceliklerini herhalde pek kavrayamıyordum. Dili kendi canlılığı, hayatiyeti içinde de göremiyordum.
Beşiktaş’ta, arka penceresi “Süslü Karakol Durağı’na bakan, Necatigil’in ve Huriye Öğretmen’in evine gitmek benim için kutsal bir mekânı ziyaret etmek gibi bir şeydi. Behçet Bey kapıyı sessizce açar, evin içinde hep saygı uyandırıcı sessizlikler vardır. Koridordan geçersiniz, Necatigil’in kitaplar, dergiler yumağı küçücük odası. Sedir, eski yazı masası. Sedirde hem yatılıyor, hem oturuluyor. Küçük yazı masasının iskemlesi. “Bizim en büyük sevinçlerimizde bile keder okunur…”deyişi.
Necatigil’i en son Beşiktaş’ta, sokakta, çarşı pazar dönüşü gördüm. Işıklarla donanmış bir gündü. Elinde file, poşetler, eve dönüyordu. O sıralar hâlâ Teşvikiye’de oturuyordum. 1979 olmalı. Sokakta, ayaküstü konuştuk. Yeni şiirlerinden birini ne kadar çok sevdiğimi söylemiştim. Buruk gülümsüyordu.
Çok geçmeden hastalık haberi: kanser. Hastane. Hastalığın ölümcül oluşu. Her zamanki kaçaklığımla, Behçet Hoca’nın ziyaretine gidemedim. Bunun tam bir kaçış olduğunu da söylemek mümkün değil gibime geliyor. İçimden geçenler karmakarışıktı. Bir defa iyileşeceğini ummak istiyordum. Eğer gidersem, bu “son” bir ziyaret olacak ve ona ölüm götürmüş gibi olacaktım. Bundan korkuyordum. İkincisi, Beşiktaş’taki ayaküstü söyleşi… O hep öyle kalsın, madem arada ayrılık olacak, o söyleşiyle kalsın, orada kalsın… Her neyse…
Necatigil emeğiyle geçinen insanın şairiydi. Şiirini de dil, söyleyiş emeği üstüne kurmuştu. Yani şiiri, doğrudan doğruya çalışma ahlakıydı. Belki bu yüzden onun dünya görüşüne sıkı sıkıya bağlanmıştım. İdeolojilerin kuru söyleminden uzak, yalan vaatlere kapılmamış, düşlerle bezenmemiş bir çığlıktı; insanlığın geleceğine yönelik talebini bugün de sürdürüyor:
“Yarınlar? Gizli kara gazte haberlerinde O varsa ekmekler de, sular da ağulu Hatta çocuk yüzlerine düşmüşse gölgesi, Keser bizim gibiler yarınlardan umudu.”
Aralık ayında, 1979, Behçet Necatigil’i toprağa verdik. Korkunç acı duydum. Soğuk bir gündü. Kimseye aldırmıyor, ağlıyordum. Toprağa verilirken hocası, şair Zeki Ömer Defne içe işleyici bir konuşma yaptı, “Orada sen değil, ben olmalıydım Behçet!” dedi. Aradan yirmiyi aşkın yıl geçti, Necatigil’i ne zaman hatırlasam, ki onu çok sık anarım, gözlerim dolar. Necatigil’in şiiri benim ailem gibidir.
(Selim İleri) (Anılar; Issız ve Yağmurlu)