Hukuk, zora dayanan ilişkilerdeki belirsizliğin yerine kuralın egemenliğini geçirir. Nasıl yaşayabilir bir toplum? O toplumda rollerin ve yerlerin, yararların ve yükümlülüklerin, yetkilerin ve ödevlerin dağılımını hiç kimsenin tehlikeye düşürmeyeceğine, insanlar inanıyor, inanabiliyorsa değil mi? Toplumda durup oturmuşluk, düzenlilik,önceden kestirilebilirlik, giderek güvenlik böyle sağlanabilir ve bunlarsız hiçbir girişim de başarıya ulaşamaz. Peki hukuk, bu düzen ihtiyacına hangi araçlarla yanıt verebilir?
Hukuk, bu düzen ihtiyacına üç yolla yanıt verebilir:
– Bir toplumda yaşayanların neleri yapabilip yapamayacaklarını, nelerle yükümlü olduklarını ve bunlara uymamanın kendilerine nelere mal olacağını belirleyen -yasalar ya da örf ve âdetler- biçimindeki kurallarla;
– Uyuşmazlıklar olduğunda, onlarda hakemlik edip, söz konusu kurallara uygun olarak giderimleri ve cezaları kararlarla saptayabilen mahkemelerle;
– Bu kararları gerçekten yerine getirebilecek insansal ve maddi araçlarla.
Hukukun bu üç bileşeni üzerinde ayrı ayrı durulmalı.
Söz konusu üç koşul bir arada olmadığında, herkes, uğradığı haksızlığı değerlendirmede, karşılığını seçmede, onu bizzat yerine getirmede, kısacası öcünü almada kendini yetkili görecektir. Bunun sonucu ise bellidir: Yeni bir kurban arama çılgınlığı, öce karşı öç, yakınların sahneye çıkması, arkasından bir salgın hastalık gibi, şiddetin -sıçraya sıçraya – bütün bir topluluğa yayılması…
Oysa, barbarlıktan uygarlığa geçiş, öcün yerini, cezalandırıcı belli bir hukuk sisteminin almasını gerektirmiştir.
Öçten yakayı iyice sıyırabilmek için, kişilerin elinden, kendi davasının yargıcı olma yetkisini çekip almak gerekiyordu çünkü, bugün de yürürlükte olan bir kurala göre, bir uyuşmazlıkta “hem yargıç hem taraf” olunamaz.
Uyuşmazlık içindeki tarafların arasına bir üçüncü kişinin, yani yargıcın girmesiyledir ki hukuk başlar. Çatışmak için iki kişi yeter ama hukukun egemenliği altına girmek için üç kişi olmalıdır. Bu yargıç, söz konusu uyuşmazlığı çözmek amacıyla, tarafların karşılıklı savlarını incelemekle yükümlüdür. Titizlik isteyen bir iştir bu; davayı ağırlaş-tırdığı ve yararsız biçimciliklere boğduğu suçlaması da yapılsa, “usulle ilgili kurallar bu titizliği sağlar ve önemlidir. Ayrıcı, hakemliğini dayatabilmek için, yargıç, kişininkine kat kat üstün bir gücü, yani devlet gücünü kullanır. Son olarak, hakemliğinin kabul edilebilmesi için, yargıç, taraflardan mutlak bağımsız, yani yansız olmalıdır. İşte bu koşullardadır ki adaletten söz edilebilecektir. Ne anlaşılır adalet deyince ve nedir temel koşulları onun?
Sorun şudur: Toplumda, yararları ve yükümlülükleri paylaştırmak için, insanlar zordan çok hukuka başvurmuş. Ancak, böylece kurulan düzenin kabul edilebilmesi için, onun adil de olması gerekir. Bir düzen, eğer sadece güçlülere yarar sağlıyorsa uzun süre katlanılamaz ona. Peki herkesin istediği o adalet kavramı üzerinde nasıl anlaşmalı?
Şuradan başlamalı: Yığınla insan aynı suçu işlemişse, aralarından birini ötekilerden daha ağır cezalandırmak adaletsiz görünecektir. Bir felâketin kurbanları aynı zarara uğramışlarsa onlardan birine ötekilerden daha az tazminat ödemek adaletsiz sayılacaktır. Bütün bu hâllerde akla gelen eşitlik ilkesi, şöyle belirtilebilir: “Birbirine benzer durumlarda benzer biçimde dav-ranmalı!”
Bu ilke tartışılmaz görünür çünkü akla uygundur. Böylece, eşitlik adaletin başta gelen ilkesidir. Ancak, öyle durumlar da vardır ki, herkese aynı işlemi yapmak adaletsiz olacaktır. Bir ailede doğru olan, her çocuğa aynı cep harçlığını vermek değil, tersine onu yaşlara ve ihtiyaçlara göre dağıtmaktır. Bunun gibi, bir işletmede, sorumlulukları ve ücretleri, yapılan işe ve yetkilere göre bölüştürme akla uygun görünür. Böylece, orantılı olma, adalet düşüncesini tamamlar. Aristoteles’ten gelen bu eşitlik ve oranlı olma kurallarıyla, adil bir ceza, hakkaniyete uygun bir tazminat ve bölüştürmeyle mümkün olacaktır. Adaleti pozitif yasalarla bir tutmak birçok itirazlara uğruyor: Önce, yasa tanımı gereği – genel olduğundan, karşılaşılabilecek bütün durumları önceden göremez, öte yandan, yargıç, görevinin olağan uygulamasını sürdürürken, bir yasayı mekanik olarak uygulama yerine, hakkaniyete başvurma gereğini duyduğu anlar olur yani yasanın öngörmediği bir hâlle karşılaştığında, böylesi bir durumla yüz yüze kalsaydı yasa koyucunun sorunu nasıl çözebileceğini yargıç kendisine sorar, sormalıdır da.
Bir ikinci neden de, hukuku, yürürlükteki yasalarla bir tutmamızı engeller. Gerçekten, yasalar açıkça insanlık duygularını incitiyor ya da zamanla bu hâle düşmüşlerse adalet duygusu onlara karşı çıkmamızı emreder bize. Fransa’da Vichy Rejimi’nin 1940’ta kabul ettiği Yahudi aleyhtarı yasalar buna verilecek örneklerden biridir. Bunun gibi, Nürnberg’de 1945’te, insanlığa karşı suç işleyenler yargılandı. Ne var ki bu suçlar, yasal olarak, yani Alman Nazi rejiminin pozitif hukukuna tam bir uygunluk içinde işlenmişti. Yasaya uygunluk, sadece yasallığı dile getiriyor. Ancak, yasal olma, her zaman “meşru” olma, yani akla, adalete ve hakkaniyete uygun olma değildir.
Son olarak, bir alan vardır ki orada devletlerin yasalarına dayanılamaz, uluslararası hukuk alanıdır bu. Gerçekten, ortak bir yasayı dayatabilecek bir dünya devleti yok. Ne var ki bu çeşitli devletlerin, ticarete, denizlere ya da savaşa uygulanabilecek bir hukukun kimi genel ilkelerinde – ağır ağır da olsa- bir uzlaşmaya gitmelerini engelle-medi. Uluslararası hukukun karşılaştığı açık engellere karşın, bu hukukun günün birinde kendini tam olarak daya-tacağı umudu yok olmuş da değil. Böylece, uluslarüstü kurumlar, bir devleti, örneğin kendi uyruğundaki insanları kıyıma uğratmasını önleyebilecek bir gün.
Hukukun, fazla genel olduklarında, insanlık duygularını incittiklerinde, yasalara saygıya indirgenemeyeceğini gördük. Ne demektir bu? Yasaların üstünde, yani pozitif hukukun üstünde, kendisini dayatan bir üstün hukukun bu-lunduğunu kabul etmek değil de ne?
Kimi filozoflara göre, bu üstün hukuk ya da “doğal hukuk”, her insanın vicdanında yazılıdır ve değişmez. Ancak, böyle bir hukuk varsa nasıl oluyor da halklar birbirinden farklı yasalar kabul etmişlerdir? Şu yanıt veri-lebilir bu soruya: Birbirinden farklı yasaların ötesinde, kimi genel ilkeler vardır; onlar henüz her yanda kabul edilmiş olmasalar da, bir gün evrensel olarak tanınma yeteneğini taşırlar. Bunu söylemek, her ülkeye ve her döneme has özel yasaların bütün ayrıntılarını bu ilkelerden çıkarmak: anlamına gelmez. Ama yine de, bu doğal hukukun ilkeleri, İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nde dile getirildikleri biçimleriyle, mutlak emirler verirler öyle ki hiçbir ülkenin hukuku, adaletsizliğe düşmeden onları çiğneyemez.
İnsan ilişkilerinde, bir yandan dostları bir araya getiren bir yakınlık vardır; onun karşısında da, bilmeksizin birbiriyle çatışan düşmanların farklılığı ya da karşılıklı kini. Bu iki uç arasında, hukuk, başkasına saygılı ve iletişime, tartışmaya ve uyuşmazlıkların barışçı çözümüne açık, akla uygun bir mesafe koyar. Hukuku, hümanizmanm bir öğesi yapıp çıkan da işte bu değerlerdir.
(Server Tanilli) (Yaratıcı Aklın Sentezi)