KIZILDERİLİLERİN DÖNÜŞÜ
Güldesteleri sevmem. Güldesteler (antolojiler), çokluk, mendebur şairleri soylularla bir tutma çabası içindedirler. Üstelik bu çiziştirmeler (çiziktirmeler), onları yazanların, en iyi, en sağlam şiirleri de değildir. Güldesteciler, günlerce, şairlerin yaptıkları üzerine kapanıp onların en seçkin şiirlerini gün ışığına çıkaracaklarına hemen de ellerinin altında, miskin miskin duran karalamalara uzanmaya bakarlar. Hani, bu uyuz şiirleri kendileri arayıp bulsalar, gene yanmam. Bunların çoğu, kendilerinden önce düzenlenmiş güldestelerden aktarmalar yapmak kestirmeciliği ile toplanmıştır.
Güldesteleri sevmem ya, bir şairin şiirlerinden derlenmiş kitaplar hoşuma gider. Gerçi, bunların da gelişigüzellikten kurtulduğu hiçbir biçimde düşünülemez. Ama bu denli güldestelerin gönül açıcı bir yanı vardır. Şunu düşünün: Bir şairin, bütün ömrünce yazdığı iyi şiirlerin sayısı 10-15, bilemediniz 20-25’tir. Siz, bu 25 şiir için şairin bütün döktürdüklerini okuyacaksınız. Çekilir mi bu? Ama benim güldestelere arka dönüşüm, bir şiirin kendinden önceki ve sonraki şiirlerle ayrı bir çeşni kazanacağına inanışımdan da gelmiyor. Böylesine incilere pek kulak asmam ben. Buna bel bağlayanlar, daha çok, süzme söz düşkünleridir. Gelin görün ki bir zamanlar ben de buna yakın şeyler söylemiştim. Ama belki de böyle bir hafifliğe kapılma-mışımdır. iyi kestiremiyorum. Çünkü ben de sizin yaptığınız gibi, yazılarımı okumuyorum. Ama zamanla, bir şiirin, çevresindeki şiirlerle güzellik alışverişine kalkışmadığını öğrendim. Bu arada, bir şairin, çok çok, on şiirine katlanabildiğimi de anladım.
Nedir, bugün size, gene bir güldesteden açacağım. Lafını edeceğim güldeste Amerikan düz yazılarını bir araya topluyor. Doğrusu, ben güldesteyi görmüş de değilim. Ama bir dostum görmüş. Bana da o anlattı. “An Anthology of American Prose” adını taşıyan bu derleme kitabında Hawthorne, Anderson, Po-e, Melville, Hemingvvay ve nicelerinin en çatışık yazıları yan yana gelmiş. Yalnız bu değil. Güldestenin başında, bir kızılderili oymak başkanı olan Algiysi’nin bir yazısı da varmış. Dostum üşenmemiş, tutmuş yazıyı Türkçeye aktarmış. Çeviriye baktım, Kızılderilileri Hristiyan yapmaya çalışan bir Protestan misyonerine karşı, 1805 yılında, Buffalo’da Algiysi’nin verdiği söylevden başka bir şey olmayan bu düz yazı, yapmacıksız bir dil taşıyor. Söylevin sözlerini birbirine perçinleyen mantığa gelince, o da çok sağlam… Çelişmeleri dışta bırakan bir düzlem üzerine oturtulmuş. İsterseniz bir parçasını birlikte okuyalım: “Kardeş!” diyor Al-giysi, “Bir zamanlar bizim topraklarımız uçsuz bucaksızdı. Sizinse, bir karışı geçmiyordu oturduğunuz yerler. Gel zaman git zaman, kocaman bir topluluk oldunuz siz. Bize, yaygımızı serecek bir toprak parçasını bile çok gördünüz. Bütün yurdumuzu elimizden aldınız da gene gözleriniz doymadı. Şimdi de kalkmış, dininizi aşılamak için bizimle savaşıyorsunuz. Kardeş, dinle biraz daha! Buraya, yüce Tanrı’nın yolunda gidelim, ona tapalım diye gönderildiğini söylüyorsun. Bunun doğruluğunu nasıl, nereden bileceğiz biz? Anladığımıza göre, sizin dininiz bir kitapta yazılıymış. Bu kitap size seslendiği kadar, bize de sesleniyorsa, nasıl oldu da bize, yalnız bize mi, atalarımıza, bugüne kadar gönderilmedi? Bu kitabın içindeki bilgiden neden şimdilere kadar yoksun kaldık? Bu bilgilere ulaştıracak araçlar niçin geçmedi elimize? Bu konuda bütün bildiklerimiz, senin sözlerine dayanıyor. Beyaz insanların, bunca aldattığı, yanılttığı bizler, bunların doğruluğuna nasıl inanalım?
Söylevin yalınlığı ilgimi çekti dedim ya, gerçekte, bu da doğru değil. Beni saran; beyaz insanları -buna Amerikalılar da diyebiliriz- yere çalan bir yazının bir Amerikan güldestesinin en başına oturtulabilmesidir. Jeronimo’nun Oğlu, Kızılderililerin Dönüşü gibi kısır-döngülü western filmleriyle kızılderilileri boyuna aşağılamaya, küçük düşürmeye çabalayan Amerikalıların bu hoşgörü denemesi, bence, üzerinde durulacak bir olaydır.
Gerçeği şu ki insanlar hoşgörüyü elden bırakmadıkları vakit, amaçlarına daha çabuk erişebiliyorlar. Fatih Sultan Mehmed’in Bizans İmparatorluğu’nun toprakları üzerinde kolayca yerleşmesinin bir nedeni de budur sanırım.
Gelin görün, hoşgörü önünde kimselere kucak açtıramazsınız. MÖ 480 yılında Salamin Deniz Savaşı üzerine açılan tartışmaları düşünün bir kez: Donanma komutanı Öribiyades’in, donanmanın ikiye bölünmemesi düşüncesini savunan Temistokles’in üstüne bastonuyla yürümesi, toplum içinde yüce katlara ulaşmış kişilerin bile, çokluk, hoşgörüye arka döndüklerini açığa vurur. Buna karşılık, Temistokles’in hiç öfkeye kapılmadan, Öribiyades’e “Vur, fakat dinle!” diye verdiği cevap, sonradan bütün kurultay üyelerinin kendisinden yana çıkmasından da anlaşılacağı üzere, hoşgörünün, yeryüzünden bütün bütüne silinmediğini gösterir.
Bana sorarsanız, tarihin en hoşgörülü kişisi Stoacı filozof Epiktetos’tur. Epiktetos’un, öyle her insanda kolayca rastlanamayacak olan hoşgörüsü şu pek bilinen hikayesiyle daha da aydınlığa çıkar: Epiktetos’un efendisi Epafroditos, bir gün kendisine işkence yapmak ister. Ayağını bir mengene ile burkmaya başlar. Epiktetos “Dur, ayağımı kıracaksın!” der. Efendisi aldırmaz. Sonunda Epiktetos’un dediği olur. Ama Epiktetos, hiç istifini bozmaz, sadece şu karşılığı verir miydim?”
Nedir, bu hikâyeler sadece kitaplarda kalıyor. Kimseler, onlardan gerekli dersi çıkarmıyor. Daha kötüsü yapılıyor: İnsanların sabun kalıpları gibi aynı tip kafalar taşımaları, sanatçıların hep aynı boya şiirler döktürmeleri isteniyor.
Salah Birsel